Süreyya Berfe ile yaptığımız söyleşiden sonraki üç gündür şiir, anlam ve anlamsızlık üzerine daha da fazla kafa yormaya başladım. Demin “Daha da fazla” diye yazınca önce sildim. Oraya “Kendi çapım elverdiğince daha da fazla” diye ekledim, sonra bunu da sildim ve orjinaline sadık kaldım.

E çünkü zaten herkes kendi çapı elverdiğince bir şeyler yaparki. Bunu belirtmenin alemi ne. Yani bunu ekleyerek kime riyakarlık yapıyorum? İnsan kendini hırçınca eleştirdiğinde kendi yargılarını da alet ederek karşıdakine riyakarca sanki yağ çekiyor gibi. Bu işi ben çok yapıyorum. Dışarının onayından fazla beslenen insanlar sanıyorum kendini fazla eleştirerek en bi takdir edilmeye çalışıyor. Fakat yine de ben kendini çekinmeden eleştirebilen hatta sesli sözlü şekilde neredeyse kendiyle kavga eden insanlara bayılıyorum. Oturup da kendini methetse daha mı iyi.

Her neyse mevzu bu değildi. Biraz karıştırarak anlatıyorum kusura bakmayın. Zira şu an evde herkes uyuduğu, sessiz bir alan yakalayabildiğim için sevgilisiyle buluşmaya bir an önce gitmek için ritmleri hızlı hızlı çalan davulcu gibi hızlı hızlı her şeyi anlatayım derken kafam olmaz sokaklara giriyor. Oraları da süpürmeden bırakmak istemeyen iyi çalışan bir belediye olmaya çalıştığım için (yiyoruz ama çalışıyoruz) yazı karışabilir.

Süreyya Abi ile görüşmemizden sonra ben bu hayatı trene bakar gibi bakmamak için daha şiirsel bir şekilde okuyayım bari dedim. Çünkü dış dünyaya içimi katmadan bakınca annemi yolcu ettiğimin şu taze günlerinde içim acıyor. Sanki onu karanlıkta kılavuzsuz bırakmışım gibi geliyor. O, karıştığı mana alemine geçiş yapmak için benim gözlerimi kullanıyor da ben vitrin bakıyormuşum gibi geliyor.

Bu yüzden dedim ki ya tasavvuf oku Ayça, ya da şiire kafa yor. İkisi de ayni kapıya çıkıyor.

Tasavvuf da çok güzel tabii fakat şu anda yoruma açık olmayan daha kapalı devre bir mana istedi canım. Yani tasavvufta din girecek işin içine, aralardan sızıntı yapacak filan, onu istemedim. Şiir daha bir anneyle yalnız kalmakmış, aynı rahimde buluşmakmış gibi geldi. Aslında hiç bir kılavuza ihtiyaç yok ama insanın bir yerden sonra içinden sohbet ederek düşüncelerini dinginleştireceği ve kaybettiği insanla buluşacağı bir köprüye ihtiyaç oluyor. Ben de dedim işte, bu dönemde belki şiir olabilir.

Ama şiirden de nasıl sıkılıyorum anlatamam. Yani açıyorum, anlayamıyorum, o beni ifrit ediyor.

Şu dönemde bana türkü sözleri çok iyi geliyor. Süreyya abi de sanki bunu bilirmiş gibi “Ayça kızım sen biraz delisin, sen acık Seyrani oku” dedi.  (Süreyya abi benim ne kadar hanzo olduğumu bilir bu şiir mevzuatıyla ilgili.)

Eve gelince bir iki Seyrani şiiri okudum ama anlamadım. O bilmecemsi halden hafif sıkıldım ve işin komiği yavan geldi. Elbette insan kendi yavanlığıyla karşılaştığı için sıkılıyor böyle zamanlarda.

Sonra dün gece üç gibi uyandım. Telefonu alıp ışığını iyice kıstım ve google’dan “Seyrani Şiirleri” diye yazdım ve şu şiiri ile karşılaştım:

Acep güzel sana neyledim bilmem
Sensin bu dertlere daldıran beni
Gözüm yaşlı kaldı ağlarım gülmem
Yok elimden tutup kaldıran beni

Yâr zülfünden bana gelen kokunun
Sebep ne ki hatırıma dokunun
Bu âlemde yine mihnet okunun
Sensin nişanına aldıran beni

Biz âşıka sultanlığın hanlığın
Ne dostluğun belli ne düşmanlığın
Değil midir senin kalpazanlığın
Böyle mihenklere çaldıran beni

Mimar olan elin çekmez yapıdan
Biçâre Seyranî geçmez kapıdan
Aşkın gemisine edip kapıdan
Sensin deryalara saldıran beni

Gündüz gözü okuduğumda bana herhangi bir salçalı ekmek tadı veren bu şiir, gecenin o saatinde bir içime dokandı, anlatamam.

Bir iki şiirini daha okudum, şimdi onları da buraya yazayım dedim ama bol kepçe lokantası olmasın. Zira her bir mısrada durup etraflıca hissetmek, o sırada dışarıda neler oluyor, ona bakmak, eş zamanlı dönen, gözümüzün gördüğü ile gönlümüzün hissettiklerini dans ettirip kendimize ait bir cümle kurmak, o cümlede etiket haline getiremediğimiz anlamlar yaratıp cümleden halkolmuş kelimenin ta kendisi olmak.

Youtube’dan “Tibetin Ölüler Kitabı” yazınca History Channel’ın bir belgeseli çıkıyor. Hem de dublajlısından, tamamı renkli. Orada Tibetli rahiplerin ölülere yardım ettiğinden, neler yaptığından bahsediyor. Bir yerinde de üç rahibin bir araya gelip, kumu törpüleye törpüleye incecik detaylarla meditasyon yaparak bir mandala çizdiklerini gösterdi. Mandala sessizlik ve dinginlik haline dönüşmüş sabır, yani meditasyon ile tamamlandığında mandalanın ruhunun açığa çıktığına inanıyorlar. Ve en sonunda mandalayı elleriyle hafifçe, hissede hissede bozup, kumları rengarenk, ebru gibi karıştırıyorlar. Haftalar süren incecik detayları elleri ile birbirine katıyorlar. Bu yüksek emeği hissederek Batı’nın gözüyle “Yok eden,” derin duyumsamanın gözü ile “Dönüştüren” anlayış, hayatı bir emek, ölümü de dönüşmek olarak algılıyor gibi görünüyor. İşte benim şiirden, sanattan kastım bu. Hayatın emeği oluşu. Hissederek yaşamak, her hareketin farkında olarak yapılması, her bakılanda, her duyulanda; duyu organlarımızla alınan her uyaranda, içimizdeki yorum katmadan bakan kendimizi bir emekçi haline getirmemiz. İşte o zaman bu hayatı daha fazla haketmiş olacağım. Ana rahminde gibi; hayatın gönül kordonu ruhuma bağlanmış, oradan beslenmek. Sanat işte bu yüzden önemli galiba.

Evde hala herkes uyuyor. Zaman genleşti; evde birileri uyanacak, canımı sıkacak, dikkatimi dağıtacak filan diye korkmayınca bak işte şıp diye yazının sonuna geldi, bana da hatta yalnız içilecek bir kahvelik zaman bile kaldı.

Zaman dedim de, bugün annem ile vedalaşalı 7 gün oldu. Ama kaybettiğim zaman mı, annem mi. Eh işte, yapacağız bir şekil…

“Düşününce uzaklarda olduğunu
öyle uzuyor ki zaman…
Bugün ne?
Hafta bitti bile.
Bana sorarsan daha günler var.
Ne acı
günlerle ölçülüyor ayrılıklar.”

Süreyya Berfe