Bazen Tanrı’nın planlarında beklenmedik sapmalar olur; Hiç hesapta olmayan bir kara delik açılır ya da güneşte patlamalar meydana gelir ve Tanrı’nın tam da sizin kaderinizi yazdığı sırada acilen bu konuyla ilgilenmesi gerekir.

İşte her şey yolunda giderken Murphy Kanunlarıyla tanışmanıza yol açan kırılma o anda gerçekleşir: İşler sarpa sarar, terfi almayı hayal ederken tazminatsız atılırsınız, gelinlik seçerken “konuşmalıyız” diye başlayan mesaj gelir, dolarla borç aldığınız sırada hükümet düşer, biraz gezip açılayım derken kayalıkların tepesinde ayağınız kayar…

Bu Tanrının size “ Ateist olmayı düşünüyorsan şimdi tam sırası” deme şeklidir.

Ben ateist olmadım. Tam tersi “hiçbir şey yoktan var olup” bu kadar ters gidemez, bütün bu karmaşanın ardında ilahi bir güç olmalı diye düşünüyorum.

Evet, kaderim yazıldığı sırada Tanrı’nın yoğun bir gün geçirdiği ve dikkatinin bende olmadığı ortada. Yani baştan yazmaya üşenmesini anlayabiliyorum. Neticede tüm galakside 20 Şubat 1975 de doğan milyarlarca çocuk olmalı. Bunun dünyalısı var, kriptonlusu var, cedayı var, vogonu var..hangi birimizle uğraşsın..

Hastanedeki uykusuz gecelerde işte bunları düşünüyordum. Hayatım boyunca en çok duyduğum cümle “Sen daha uyumadın mı” dan sonra “N’apıcaksın be Feyza, bu da senin sınavın işte” idi. Daha “Ailevi problemler” den girdiğim sınavın sonuçları açıklanmadan “Geçim Derdi” nin sınav tarihi asılıyordu. Ben kan ter içinde soruları cevaplarken “ilişkiler” “ panik atak” “mobing” sınavları başlıyor, birinden çıkıp diğerine giriyordum. İstediğim sorudan başlayamadığım gibi etrafımda kopya çekecek bir hayat da bulamıyordum.

Güzel şeyler yaşamadım mı? Yaşadım evet: örneğin hostes olup görmek için can attığım şehirler gezdim. Ama ne gezmek; At sırtında Mısır piramitlerini gezerken içimden “Bu benim başıma gelemeyecek kadar güzel Tanrım, emin misin?” diyordum. Ardından ekip arkadaşlarımı kaldığımız otele götürecek araba gözden yitiyor ve Kahire sokaklarında yapayalnız ve kaybolmuş kalınca sevinmek için acele ettiğimi anlıyordum. Denize düşen yılana sarılır hesabı yardım teklif eden gence güvenmek zorunda kalıyordum. Bilgisayar malzemeleri satan amcasının şirketinde otobüs saatini beklerken sağa sola telefonlar açılıyor, ofis yağız Arap delikanlılarıyla dolup taşıyordu. Dillerini bilmediğim için ne konuştuklarını anlayamıyor “Birader koş koş beyaz kadın var” diye haber verdiklerini düşünüp boncuk bocuk terliyordum. Ardımdan yapılacak haberler gözümde canlanıyordu: “Özel bir havayolu şirketinde çalışan hostes F.B (24) Mısır yatısı sırasında kaybolunca seks tüccarlarının eline düştü. Yıllarca Arap kabilelerine cariye olarak satılan genç kadın, son satışta kaçmaya çalışırken at bulamayıp deveye atlayınca 3 metre ilerde yakalandı. Bir çadıra hapsedilen talihsiz F.B. çok miktarda kum yiyerek intihar etti.” Neyse ki maceramın esas oğlanı helal süt emmiş çıkıyor, beni sağ salim otele ulaştırıyordu.

Napoli yatısında Mandrake kabiliyetindeki dolandırıcıya cebimdeki son kuruşa kadar kaptırıyor, Paris yatısında hastalanıyor, Brüksel yatısında tacizci kaptanın korkusundan odamdan dışarı adım atamıyordum. New York maceralarını anlatan hosteslere gıptayla bakıyor kendimi Nijerya da leş gibi çarşaflara değmemek için paltoyla yerde yatarken buluyordum.

Dünyanın en temiz aşkını yaşıyorum zannederken uzaydan çekilen fotoğraflarda Çin Seddiyle birlikte boynuzlarımın da görülebildiğini öğreniyordum.

Ayakta kalabilmek için işime dört elle sarılıyor “hiç değilse kendi paramı kazanıyorum” diye avunuyordum. Bu sefer de başıma panik atak belası musallat oluyor, uçağın kapısının kapanmasıyla kalp atışlarımın psychedelic ritimlere ulaşması bir oluyordu.

why-god-why

Yine de ısrarla “Neden ben Tanrım” demiyordum. Çünkü bunu sormak “bana özel” çıkarılmış bir yıkım kararının varlığını kabul etmek demekti. Şu dünyada öyle kötü insanlar vardı ki onlarla karşılaştırıldığında ben adeta peygamberlik stajı yapıyordum. Ama kariyer planım peygamberlik üzerine değildi ki ne diye bu kadar üstüme geliniyordu?

Zaten bin türlü sorunla boğuşuyordum yaşayacağım üç beş güzel gün neden her seferinde burnumdan geliyordu. Neden tek bir problemsiz hatırayı diyetini ödemeden hafızaya atamıyordum. Hele “sen çağırıyorsun, evrene gönderdiğin negatif mesajlar yüzünden korktuğun şeyler başına geliyor” diyorlardı ya “ aa bak sen de cinayeti çağırmışsın” diye molotofu kafalarına koyasım geliyordu. “Yahu ormanda tecavüze uğrayıp oh dötü kurtardık diye sevinen pollyanna gibiyim” daha nasıl pozitif olabilirim ki?
Başıma gelenleri Tanrısal boyutta bir kamera şakası kurbanı gibi karşılıyor “Evet rezil olduk ama kabul etmeliyim ki eğlenceliydi” diyordum, ta ki bu kazaya kadar.
Hastane, ölüm tehlikesi, yoğun bakım filan derken, artık iş eğlenceli bir şaka olmaktan çıkmıştı zira.

“Uyku ilacı veremez misiniz uyuyamıyorum günlerdir” diye yalvardığım doktor nihayet isyan tuşuma basıyordu:
“Madde bağımlısı mısın neden ilaç istiyorsun?” !!!
Hafızanı mı kaybettin be adam, kıçıma 15-20 tane vida çaktınız, yetmedi üstüne araba plakası kılıklı iki plaka yerleştirdiniz robocop a döndüm, unuttun mu?

Ve nihai soru gözyaşlarım eşliğinde kırmızı bir balon gibi gökyüzüne bırakılıyordu içimden: “Neden ben Tanrım, neden?”

İşte o zaman kafamın içindeki bütün sesler susuyor. Sadece diğer hastaların seslerini duyuyorum:

Yan yataktaki teyze uykusunun arasında homurdanıyor. Trafik kazasında eşini ve sağ ayağını kaybetmiş. Her seferinde enfeksiyon kaptığı için ayağından yukarı doğru yedi kez kesmek zorunda kalmışlar. Neredeyse bacağın tamamı gitmiş.

Bitişik odadan kavga sesleri geliyor. Yaşlı bir karı-koca. Kadın bacağını ve kalçasını kırmış. O kadar kiloluymuş ki kocası yatağımın demirine vurarak anlatıyor: “Na böyle sağlam aslında bacağı, taa Almanya’lardan geldi malzemeler. Kaçıncı ameliyat bu ama şişmanlıktan taşıyamıyor ki vücudu bacaklar…” Şeker hastasıymış kadıncağız. Ayağa da kalkamadığı için insülini vurdukça kilo alıyor, iyice yürüyemez oluyormuş. İkisinin de ikinci evlilikleriymiş. Önceki evliliklerinden toplam 6 çocukları var. Evlenmelerine karşı çıkmışlar o yüzden şimdi hiçbiri gelmiyor yardıma. Adamda sabır kalmamış, sigara içmeye diye çıkıp kaçtığı, ertesi gün geldiği oluyormuş. İçli içli ağlıyor kadın bazen. O ağlayınca adam daha çok sinirleniyor.

Yeter’in uykusu kaçmış dolaşıyor koridorda. Odun keserken parmağını koparan kızın refakatçisi Yeter. Kimsesi yokmuş kızın, Yeter kıramamış köyün yaşlılarını, 3 yaşındaki oğlunu bırakıp yardıma gelmiş. Astımı var oğlunun, aklı fikri onda. Ama hastayı bırakacak kimse yok gidemiyor. Parmağı dikmişler, olmamış, geri alacaklar. Uzayacak bu iş diyor oğluna gitmek istediği için utana sıkıla.

Kimsesizlik zor iş. Sabah sıkılıp oda oda gezen refakatçi teyze kendi kazasını anlatıyor: “Kimsem yoktu kırıklar içinde yatarken, sokaktan geçen köpeğe muhtaçtım, hiç unutmam o günleri.”

Kolu kırılan bebek ağlıyor. En zoru bu bebekler. Biz hiç yoktan konuşup derdimizi anlatabiliyoruz. Onların tek ifade şekli gözyaşı. Acısını ağrısını anlatamıyor bir türlü, ağlıyor çaresizce.

Yanı başımda eğri büğrü bir koltuk tepesinde uyuklayan sevdiceğim içini çekiyor. Tetikte zavallım çünkü ne zaman uykuya dalar gibi olsam bir yerden düşüyormuş gibi hissedip taşikardiyle uyanıyorum. Hemen kalkıp elimi tutuyor. Kalbim ağzımdan yerine inene kadar saçlarımı okşuyor. “Ağlama güzelim geçti hepsi” diyor. Şefkati beni daha çok ağlatıyor çünkü öleceğim ve onu artık sevemeyeceğim diye çok korkmustum. Bir daha kedimizi de alıp koyun koyuna sohbet edemeyeceğiz. Uzun sabah kahvaltılarında birbirimize komiklikler yapamayacağız. Görkemli bir yoksulluğu lezzetli bir elmayı paylaşır gibi paylaşamayacağız diye korkmustum. Yaşayamadığım şeyler, gencecik yaşta ölmeler falan umurumda değildi; Vaktim varken O’na, aileme, arkadaşlarıma sevgimi yeterince belli edememiş olmaktan korkmuştum. Sevgisi bana korkudan titrediğim o anları hatırlatıyor.

(Ama farketmişsinizdir, ölmedim. Azrail sigarasını yere atıp ayağıyla ezerek söndürdü. Çapkın çapkın gülümseyerek “I’ll be back” dedi ve gitti. )

Hastanenin 6. katında hep birlikte acı çeken bu insanların seslerini dinlerken resmin tamamındaki rastlantısallığı seziyorum. Anlıyorum ki hiç birimizin “Neden ben” diye sormasını gerektirecek kozmik bir garez falan yok. Ortak özelliği olmayan sıradan insanlarız işte. Sonra duyduğum bütün sesler bir araya gelip şöyle fısıldıyor kulağıma:
Neden sen olmayasın?
Doğru… Benim değil de sevdiceğin ya da hiç tanımadığım yabancı birinin başına gelseydi bu kaza dünya daha güzel bir yer mi olacaktı?
Böyle düşününce yüreğime oturmuş öküz kalkıyor, nefes alabiliyorum. Biraz daha güçlü hissediyorum. Aklıma Rocky Balboa’nın efsane konuşması geliyor:
”Sana zaten bildiğin bir şeyi söylememe izin ver. Dünya aydınlıktan ve gökkuşağından ibaret değildir. Dünya gayet zorlu ve kötü niyetli bir yerdir; ne kadar sıkı olursan ol seni dizlerinin üzerine çöktürür ve izin verirsen öylece tutar. Hiç kimse hayat kadar sert vuramaz: Ne sen, ne ben, ne bir başkası…Ama mesele ne kadar sert vurduğun değildir. Mesele ne kadar sert darbe alabildiğin ve ilerlemeye devam edebildiğindir. Ne kadar yüklenip ne kadar ilerleyebilsin. Kazanmak budur…”

tumblr_nnf41yRV5F1s6hfaho1_1280