-Burada bile- TABUya mahkûm olmak -düşünceni saklamak zorunda kalmak/aynı sakızların çiğnenip durmaya DEVAM EDİLMESİNİ SEYRETMEK/dinlemek ZORUNDA OLMAK (-kaktırılmamış- tarihlerden bihaber olmak!) ne acı! (“İzmir’in havasından suyundan (mı)” diyeceğim en azından -bununla ilgisi olmadığını bile bile- ; ve meşaleleri bekleyeceğim(!)/”Meşalenin sağı solu, ileri(ci)si geri(ci)si olmaz” diye de ekleyerek)
10 Kasım
Saray’la İslam İstanbul’da İngiliz’le el ele verdiğinde
Mustafa Kemal’le millet Türkiye’yi işgalden kurtardı.
Bağımsız bir ülkenin temelleri atıldı.
Kadına, erkek tahakkümünden kurtulmanın yolu açıldı.
Yıllar geçti.
Türkiye olgunlaşıp demokraside birleşemedi.
Atatürk’ün yaptıkları, yapamadıkları tartışılıyor.
Kimimiz gölgesine sığındı.
Kimimiz gölgesinden korktu.
Kimimiz gölgesiyle kavgalı.
İşine gelen onu göklere çıkarıp tahakkümün aracı yaptı.
Paradan puldan resmini kaldırıp kendi suretini koyan oldu.
Solcular kalpaklı fotoğrafını yakalarına takıp darbe peşinde koştu.
İktidarlar mareşal üniformalı görüntüsüyle sola savaş açtı.
Bir cunta lideri, elinde Ku’ran, Türkiye’yi dolaşıp Atatürk’ün Müslümanlığını,
Laik eğitime karşı çıkanlar ‘lise’ kelimesi ‘kilise’den geliyor diye Hristiyanlığını iddia etti.
Şapkalı kıyafetiyle de Deccal olduğunu.
Devlet fotoğrafını George Washington’la birlikte kullandı, Hitler’le de.
Nutuklarını siyasi mahkumlara ceza diye ezberlettiler; çocuklara cumhuriyet sevgisini yaşatmak için de.
Döneminin ruhuna yabancı aydınlar tarihi ters yüz etti.
Nice 10 Kasım yaşandı gözyaşlarının döküldüğü.
Nice 10 Kasım yaşandı katılımın zorunlu olduğu.
Her 10 Kasım’da Türkiye durdu.
Gönül ister ki, isteyen doğum gününü kutlasın.
Gönül ister ki kimse liderlik rekabetine yolunu şaşırmasın.
Cumhuriyet öncesi tarihin küllerinde kıvılcım aramasın.
Nefesler daralmasın, yürekler sıkışmasın.
Dünyalı olabilmenin yolunda yürünsün.
Bir 10 Kasım yazısı ve bazı sorular…
10/11/2017 21:05
MURAT SEVİNÇ
Alanımdaki üç konuya özellikle önem veriyorum. Cumhuriyet’in ve demokrasinin olmazsa olmaz ‘laiklik’ ilkesi, emekçi hakları ve Kürt sorunu. Bu alanda çalışan biri ve Türkiye’de yaşayan yurttaş olarak; haliyle çoğu yazıda da dönüp dolaşıp aynı konulara değiniyorum. Ayrıca üç konu da birbiriyle yakın ilişkili, iç içe geçmiş durumda.
Laiklik/sekülerlik olmazsa özgür düşünce ve dolayısıyla demokrasi olmaz. Çok basit.
Emekçi haklarını savunmak, yalnızca sınıf mücadelesinin bir çıktısı değil aynı zamanda insan olmanın gereği. Tabii eğer eşit olmayı, eşitlik mücadelesini aynı zamanda insanlaşmanın bir koşulu olarak tanımlıyorsanız.
‘Kürt sorunu’ ise yalnızca on binlerce insanımızın canına mal olduğu ve ırkçılığı harladığı için değil, yaklaşık bir asırlık riyakarlıklarımızın can yakıcı sonucu, turnusol kâğıdı olduğundan yaşamsal.
Türkiye’nin eğitim tornası, en somut gerçekleri, tarihsel olguları/olayları arsızca inkâr etme yeteneğiyle donatılmış yurttaş yetiştirme potansiyeline sahip ve son derece başarılı, kabul etmek gerek! İnkâr ve yalanla yaşamaya alışık olduğumuz, sahtekarlığı hiç dert etmediğimiz için başımıza bu dertler açılıyor. Ancak hastalığımızı kabul etme aşamasına bir türlü varamadığımızdan tedavi de olamıyoruz. Bize, aslında rahatsız olduğumuzu ve tedaviye gereksinim duyduğumuzu hatırlatan birilerine de kötü davranıp eziyet etmekle, dışlamakla meşgulüz.
Vefat yıldönümünde ‘andığımız’ Atatürk’ü, siyasetini ve o dönemi bilmek, anlamak, her üç konunun kavranabilmesi, tartışılabilmesi açısından da kritik. Bu yapılamadığında, geriye şimdi olduğu gibi ‘Atatürk düşmanlığı’ ile ‘Atatürk hayranlığı’ kalıyor. İkisi de ‘Kurucuya’ büyük haksızlık. Okuduğunuz yazının konusu ‘düşmanları’ değil. Onların derdi ‘laik Cumhuriyet’ ile ve henüz Atatürk’e çok rahat sövülemediği için bunu İnönü üzerinden yapıyorlar. Anlamayan kalmadı sanırım. Geçelim.
Konumuz, Atatürk hayranı olduğu iddiasındakiler. Özellikle bir kesim. Her şeyin olduğu gibi, Atatürkçülüğün de ‘En’ i olanlar.
Sayıları hiç de az olmayan ‘bu kesimin’, doğru dürüst tarih bilmedikleri gibi Atatürk’ü de doğrusu pek anlamadıklarını düşünüyorum. Kafaları karışık. Atatürk bu günleri ve onu çok sevenlerin bir kısmını görse, muhtemelen ‘Hayır, kesinlikle bunlara emanet etmedim’ derdi.
Konuya daha sonra başka yazılarda devam etmek üzere, şimdilik yalnızca bir iki soru yöneltmekle yetineceğim. Sorulara kızanlar döşeklerini ayrı sarsın! Amacım, artık pes dedirten Atatürk sömürüsü ve sömürücüleri üzerine belki bir kez daha düşünmeye davet etmek.
Atatürk’ün bir önceki yüzyılın belki de en ‘Batıcı’ ve en ‘pozitif bilim yanlısı’ lideri olduğunu biliyorsunuz değil mi? Batıcı ve bilimsel düşünceye içten değer veren bir pozitivistten söz ediyoruz. (İlgilenen olursa, Zafer Toprak’ın döneme dair yayınlarını, antropoloji vb. üzerine çalışmalarını tavsiye ederim.) Peki ‘kimi’ Atatürkçüler; neden siz de onun kadar Batıcı ve bilim yanlısı olmayı denemiyorsunuz? Nedir sizdeki bu batı karşıtlığının nedeni?
Tabii bu bilimsellik saptaması ardından, aynı ‘bilimsel’ bakışın 1930’larda işi zaman zaman kafatasçılığa vardırdığını da hatırlatsak? O yılların koşullarında, ikisinin varlığını da anlayıp/kabul edip öyle düşünmeyi denesek, nasıl olur?
Şu antiemperyalizm meselesi! Atatürk’ün ‘emperyalizmle’ mücadelesi, ‘olmazsa olmaz’ koşul olan ‘kapitalizmle’ mücadele biçimini almadı. Doğru, akıllara durgunluk veren bir askeri/siyasi zafer olan Kurtuluş Savaşı yedi düvele karşı verildi ancak işgalcilere karşı savaş, kapitalizmle mücadele değildi. Bolşevikler ile ilişki bir noktada kaldı, batı kapitalizmine gerekli dostluk mesajları verildi, sınıf gerçeği reddedildi (onun yerine ‘kaynaşmış’ bir kitle olduğumuz varsayıldı!) ve Cumhuriyet rejimi ‘emekçilere’ değil, devlet eliyle yaratılmaya çalışılan ‘burjuvaziye’ dayadı sırtını. Nitekim bizim sermeyenin Batı burjuvazisinden farklı olarak ‘Devlet olmadan evinin yolunu bulamayışı’ ve sünepeliğinin kökeninde de bu tercih yatar.
Hâl böyleyken, emperyalizm karşıtlığınızı bir de bu açıdan değerlendirmenizde yarar olmaz mı? Kapitalizme karşı olmayan anti-emperyalizmin anlamı üzerinde bir kez daha düşünmek istemez misiniz? Sakın, bunun adı, çoğunuzun zannettiği gibi Kemalist bir ‘solculuk’ değil de, kof ‘milliyetçilik’ olmasın! Kemalist sol olarak adlandırılmayı tercih edenler, (Yekta Güngör Özden ile Nazım Hikmet’i aynı anda sevenler!), kapitalizme halel getirmeyen anti-emperyalizmleriyle, diğerlerinin ‘milliyetçilikleri’ arasında pek bir fark olmadığının farkına varsalar iyi olmaz mı?
Bir yandan çocuklarınız batılı eğitim veren okullarda okusun, Batı’ya gitsin diye perişan olurken, diğer yandan sürekli ‘Batının oyunlarından’ ve ‘Bizi bölme niyetlerinden’ söz etmenizde bir tuhaflık yok mu? Ne diye sizi bölmek isteyen ‘Tek dişi kalmış canavara’ tatile gitmek için o kadar saat vize kuyruğuna giriyorsunuz? Bu işte bir saçmalık, iki yüzlülük görmüyor musunuz?
Batı karşıtlığının (bazen açıkça düşmanlığının!); yüzyılın gördüğü en Batıcı liderin adının kullanarak yapılmasından rahatsızlık duymuyor musunuz?
Ayrıca neden Atatürk’ü, Atatürk’ten korumaya çalışıyorsunuz, münasebetsizce! Atatürk bir ‘insandı.’ İçki seven, fosur fosur sigara içen biriydi. Kime ne? 58 yaşında ‘sirozdan’ vefat etti! Bir kez daha: Kimi ilgilendirir içkisi sigarası ve özel yaşamı? Hatırlarsanız Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmine kimi Atatürkçüler çok tepki göstermişti. Neymiş, ‘Efendim filmde Atatürk’ün karanlıktan korktuğu söylenmiş, hiç Atatürk karanlıktan korkar mıymış?’ İnsaf edin biraz, Atatürk Cumhuriyet’i bu zekâ seviyesine armağan etmiş olabilir mi?
Ailem haber ve tartışma programlarını genellikle Halk TV’den izliyor. Halk TV’nin reklam kuşağına denk geldiniz mi hiç? Atatürk ve din konulu kitapların reklamı yapılıyor sık aralarla. Cumhuriyet kurup 1926’da İsviçre’den Medeni Kanun ithal etmiş insan öyle bir anlatılıyor ki, zannedersin Çankaya Müftüsü! Sizce de bu işte bir acayiplik yok mu?
Birilerinin ‘Atatürkçüyüm,’ ‘Atatürk’ü çok seviyorum’ demesi ve sürekli Atatürk’ten söz etmesi, sizi neden bu kadar etkiliyor? O insanın düşüncelerini sorgulamak istemez misiniz? Belki beş para etmez, son derece niteliksiz biridir. Belki sizin sevginizi prestije, maddi ve manevi kazanca dönüştürüyordur bu adamlar, olamaz mı? Belki ‘Atatürkçülük’ adında, getirisi çok olan bir ‘oyun’ vardır! Belki sömürülüyorsunuzdur? Düşünmeye değmez mi? Biraz ‘dikkat’ ederseniz, bu adamların aslında hiçbir zaman hiçbir şey söylemediğini, boş konuştuklarını, temel sorunlarımıza dair mide bulandırıcı hamaset dışında tek bir öneri getirmediklerini fark edersiniz. Eh, dikkat etsenize o zaman!
Dincilerin insanların dini duygularını sömürmesiyle, sizlerin Atatürk sevginizin sömürülmesi arasında ne fark var?
Örneğin bugün, çok sayıda akademisyeni KHK listelerine yazan ya da sözleşmelerini yenilemeyerek işsiz bırakan ve dünyadaki ciddi herhangi bir kurumun kesinlikle üniversite muamelesi yapmadığı ‘üniversite idarelerinin’ hemen hepsi, Atatürk’ün ‘bilime verdiği’ önemi vurgulayan anma mesajları yayınladı. Bu ‘yüzsüzlükte’ bir payınızın olmadığını mı düşünüyorsunuz hakikaten?
Hadi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sizce yüzyılın böylesine Batıcı Türk lideri ‘bugün’ yaşasaydı, Kürt sorununu hangi yöntemlerle çözerdi? Yerel ‘özerklikler’ kuran 1921 Anayasası’nın mimarı olan Mustafa Kemal’den söz ediyorum! ‘Kırk yıldır bombalıyoruz, on binlerce insan kaybettik, çok güzel oldu; aynen devam edelim’ mi derdi? Yoksa yüzünü Batı’ya dönüp çağdaş çözüm yollarına mı meylederdi? Ne dersiniz?
Örneğin hemen herkesi karşısına alarak devrimci bir hamleyle Latin alfabesine geçen lider, bugünkü ‘anadilde’ eğitim tartışmalarına nasıl bakardı? Batılı ve Batıcı lider, Batı demokrasilerindeki tartışmaları mı takip ederdi, yoksa 2017 yılında siyasi parti başkanlarının ve milletvekillerinin hapse atılmasını mı dilerdi? Hadi yanıtlamaya çalışalım. Hangisi daha ‘akılcı?’ Hangisi çözüme yönelik? Hangisi daha pragmatist? Ha keza idari yapı konusunda; Batı demokrasilerini mi örnek alırdı? Yoksa, ‘Aman ha 1930’ların sistemi iyidir’ mi derdi?
Bu sözleri çok mu ‘haince’ buldunuz. Yoksa siz de Kürt sorunundan söz edenleri vatan haini kategorisinde kabul edenlerden misiniz? Hatırlatmak gibi olmasın; Mustafa Kemal, işbirlikçi hükümetine isyan eden bir subay hüviyetiyle, devleti tarafından hain ilan edilmiş ve zamanın müftüsü, hakkında ölüm fermanı çıkarmıştı.
Unutmadan, hani bir de çok sevdiğiniz, el üstünde tuttuğunuz, kitapları peynir ekmek gibi süpermarketlerde satılan yazarlar, tarihçiler var. Sahi, onların örneğin Kürt ve Ermeni sorunu gibi konularda ‘anlamlı bir şey’ söylediğine tanık oldunuz mu hiç? Öyle mi, ne dediler peki? Hay Allah, yoksa bu ‘riskli’ alanlara ‘girmedikleri’ için çok prestijli olmasınlar! Düşünelim isterseniz.
Soru çok, yazının sınırı belli…
Atatürk üç beş yılda olağanüstü işler yaparak bir Cumhuriyet kurdu. Devrimler sürecini başlattı. Halihazırda mütemadiyen devrim yaptıklarını iddia edenler, 15 yılda TRT Şeş’i açtı.
Muhterem okuyucu,
Mustafa Kemal Atatürk günah ve sevaplarıyla, bir ‘insan.’ Türkiye’nin ‘harcı’ olan bir ‘figür.’ Milyonlarca yurttaşın saat 09.05’te yol ortasında durup saygı duruşunda bulunması, enayiliklerinden değil kuşkusuz. Mustafa Kemal adı ve imgesi, o milyonların yaşam tarzının teminatı, bugün, hâlâ.
Tarihin seyrini değiştiren, koşulları çok iyi kullanan, siyasi ve askeri konularda üstün niteliklere sahip devrimci bir lider. II. Mahmut ile başlayan Osmanlı-Türk modernleşmesinin son derece parlak bir ürünü. Ne aklı evvel münasebetsizlerin onu kendisinden korumalarına ne de lüzumsuz, akıl dışı övgüye ihtiyacı var.
Batılı, Batıcı ve ‘akla’ değer veren ‘Kurucu’ya bugün yaraşan; tartışılmak, anlaşılmak, eleştirilmek olmalı. 2017’de yaşıyoruz, 1938’de değil. Laik Cumhuriyet’i korumanın yolu her gün bir Atatürk sözünü ‘retwit’ etmekten değil, akıldan, bilimden, dünyayı anlamaktan, o dünyaya ayak uydurmaya çalışmaktan geçiyor.
Atatürk, kimi ‘Atatürkçülerden’ sakınılmayı fazlasıyla hak eden bir lider…
Kitap önerisi: YKY’den çıkan 10 Kasım kitabını (fotoğraflar) öneririm. Çok etkileyici arşiv fotoğrafları var.
-Burada bile- TABUya mahkûm olmak -düşünceni saklamak zorunda kalmak/aynı sakızların çiğnenip durmaya DEVAM EDİLMESİNİ SEYRETMEK/dinlemek ZORUNDA OLMAK (-kaktırılmamış- tarihlerden bihaber olmak!) ne acı! (“İzmir’in havasından suyundan (mı)” diyeceğim en azından -bununla ilgisi olmadığını bile bile- ; ve meşaleleri bekleyeceğim(!)/”Meşalenin sağı solu, ileri(ci)si geri(ci)si olmaz” diye de ekleyerek)
Cins (!!!) biri😶
Evreka!… Benim yerime yazmış Gündüz Vassaf:
10 Kasım
Saray’la İslam İstanbul’da İngiliz’le el ele verdiğinde
Mustafa Kemal’le millet Türkiye’yi işgalden kurtardı.
Bağımsız bir ülkenin temelleri atıldı.
Kadına, erkek tahakkümünden kurtulmanın yolu açıldı.
Yıllar geçti.
Türkiye olgunlaşıp demokraside birleşemedi.
Atatürk’ün yaptıkları, yapamadıkları tartışılıyor.
Kimimiz gölgesine sığındı.
Kimimiz gölgesinden korktu.
Kimimiz gölgesiyle kavgalı.
İşine gelen onu göklere çıkarıp tahakkümün aracı yaptı.
Paradan puldan resmini kaldırıp kendi suretini koyan oldu.
Solcular kalpaklı fotoğrafını yakalarına takıp darbe peşinde koştu.
İktidarlar mareşal üniformalı görüntüsüyle sola savaş açtı.
Bir cunta lideri, elinde Ku’ran, Türkiye’yi dolaşıp Atatürk’ün Müslümanlığını,
Laik eğitime karşı çıkanlar ‘lise’ kelimesi ‘kilise’den geliyor diye Hristiyanlığını iddia etti.
Şapkalı kıyafetiyle de Deccal olduğunu.
Devlet fotoğrafını George Washington’la birlikte kullandı, Hitler’le de.
Nutuklarını siyasi mahkumlara ceza diye ezberlettiler; çocuklara cumhuriyet sevgisini yaşatmak için de.
Döneminin ruhuna yabancı aydınlar tarihi ters yüz etti.
Nice 10 Kasım yaşandı gözyaşlarının döküldüğü.
Nice 10 Kasım yaşandı katılımın zorunlu olduğu.
Her 10 Kasım’da Türkiye durdu.
Gönül ister ki, isteyen doğum gününü kutlasın.
Gönül ister ki kimse liderlik rekabetine yolunu şaşırmasın.
Cumhuriyet öncesi tarihin küllerinde kıvılcım aramasın.
Nefesler daralmasın, yürekler sıkışmasın.
Dünyalı olabilmenin yolunda yürünsün.
Çok daha iyisini BULDUM:
Bir 10 Kasım yazısı ve bazı sorular…
10/11/2017 21:05
MURAT SEVİNÇ
Alanımdaki üç konuya özellikle önem veriyorum. Cumhuriyet’in ve demokrasinin olmazsa olmaz ‘laiklik’ ilkesi, emekçi hakları ve Kürt sorunu. Bu alanda çalışan biri ve Türkiye’de yaşayan yurttaş olarak; haliyle çoğu yazıda da dönüp dolaşıp aynı konulara değiniyorum. Ayrıca üç konu da birbiriyle yakın ilişkili, iç içe geçmiş durumda.
Laiklik/sekülerlik olmazsa özgür düşünce ve dolayısıyla demokrasi olmaz. Çok basit.
Emekçi haklarını savunmak, yalnızca sınıf mücadelesinin bir çıktısı değil aynı zamanda insan olmanın gereği. Tabii eğer eşit olmayı, eşitlik mücadelesini aynı zamanda insanlaşmanın bir koşulu olarak tanımlıyorsanız.
‘Kürt sorunu’ ise yalnızca on binlerce insanımızın canına mal olduğu ve ırkçılığı harladığı için değil, yaklaşık bir asırlık riyakarlıklarımızın can yakıcı sonucu, turnusol kâğıdı olduğundan yaşamsal.
Türkiye’nin eğitim tornası, en somut gerçekleri, tarihsel olguları/olayları arsızca inkâr etme yeteneğiyle donatılmış yurttaş yetiştirme potansiyeline sahip ve son derece başarılı, kabul etmek gerek! İnkâr ve yalanla yaşamaya alışık olduğumuz, sahtekarlığı hiç dert etmediğimiz için başımıza bu dertler açılıyor. Ancak hastalığımızı kabul etme aşamasına bir türlü varamadığımızdan tedavi de olamıyoruz. Bize, aslında rahatsız olduğumuzu ve tedaviye gereksinim duyduğumuzu hatırlatan birilerine de kötü davranıp eziyet etmekle, dışlamakla meşgulüz.
Vefat yıldönümünde ‘andığımız’ Atatürk’ü, siyasetini ve o dönemi bilmek, anlamak, her üç konunun kavranabilmesi, tartışılabilmesi açısından da kritik. Bu yapılamadığında, geriye şimdi olduğu gibi ‘Atatürk düşmanlığı’ ile ‘Atatürk hayranlığı’ kalıyor. İkisi de ‘Kurucuya’ büyük haksızlık. Okuduğunuz yazının konusu ‘düşmanları’ değil. Onların derdi ‘laik Cumhuriyet’ ile ve henüz Atatürk’e çok rahat sövülemediği için bunu İnönü üzerinden yapıyorlar. Anlamayan kalmadı sanırım. Geçelim.
Konumuz, Atatürk hayranı olduğu iddiasındakiler. Özellikle bir kesim. Her şeyin olduğu gibi, Atatürkçülüğün de ‘En’ i olanlar.
Sayıları hiç de az olmayan ‘bu kesimin’, doğru dürüst tarih bilmedikleri gibi Atatürk’ü de doğrusu pek anlamadıklarını düşünüyorum. Kafaları karışık. Atatürk bu günleri ve onu çok sevenlerin bir kısmını görse, muhtemelen ‘Hayır, kesinlikle bunlara emanet etmedim’ derdi.
Konuya daha sonra başka yazılarda devam etmek üzere, şimdilik yalnızca bir iki soru yöneltmekle yetineceğim. Sorulara kızanlar döşeklerini ayrı sarsın! Amacım, artık pes dedirten Atatürk sömürüsü ve sömürücüleri üzerine belki bir kez daha düşünmeye davet etmek.
Atatürk’ün bir önceki yüzyılın belki de en ‘Batıcı’ ve en ‘pozitif bilim yanlısı’ lideri olduğunu biliyorsunuz değil mi? Batıcı ve bilimsel düşünceye içten değer veren bir pozitivistten söz ediyoruz. (İlgilenen olursa, Zafer Toprak’ın döneme dair yayınlarını, antropoloji vb. üzerine çalışmalarını tavsiye ederim.) Peki ‘kimi’ Atatürkçüler; neden siz de onun kadar Batıcı ve bilim yanlısı olmayı denemiyorsunuz? Nedir sizdeki bu batı karşıtlığının nedeni?
Tabii bu bilimsellik saptaması ardından, aynı ‘bilimsel’ bakışın 1930’larda işi zaman zaman kafatasçılığa vardırdığını da hatırlatsak? O yılların koşullarında, ikisinin varlığını da anlayıp/kabul edip öyle düşünmeyi denesek, nasıl olur?
Şu antiemperyalizm meselesi! Atatürk’ün ‘emperyalizmle’ mücadelesi, ‘olmazsa olmaz’ koşul olan ‘kapitalizmle’ mücadele biçimini almadı. Doğru, akıllara durgunluk veren bir askeri/siyasi zafer olan Kurtuluş Savaşı yedi düvele karşı verildi ancak işgalcilere karşı savaş, kapitalizmle mücadele değildi. Bolşevikler ile ilişki bir noktada kaldı, batı kapitalizmine gerekli dostluk mesajları verildi, sınıf gerçeği reddedildi (onun yerine ‘kaynaşmış’ bir kitle olduğumuz varsayıldı!) ve Cumhuriyet rejimi ‘emekçilere’ değil, devlet eliyle yaratılmaya çalışılan ‘burjuvaziye’ dayadı sırtını. Nitekim bizim sermeyenin Batı burjuvazisinden farklı olarak ‘Devlet olmadan evinin yolunu bulamayışı’ ve sünepeliğinin kökeninde de bu tercih yatar.
Hâl böyleyken, emperyalizm karşıtlığınızı bir de bu açıdan değerlendirmenizde yarar olmaz mı? Kapitalizme karşı olmayan anti-emperyalizmin anlamı üzerinde bir kez daha düşünmek istemez misiniz? Sakın, bunun adı, çoğunuzun zannettiği gibi Kemalist bir ‘solculuk’ değil de, kof ‘milliyetçilik’ olmasın! Kemalist sol olarak adlandırılmayı tercih edenler, (Yekta Güngör Özden ile Nazım Hikmet’i aynı anda sevenler!), kapitalizme halel getirmeyen anti-emperyalizmleriyle, diğerlerinin ‘milliyetçilikleri’ arasında pek bir fark olmadığının farkına varsalar iyi olmaz mı?
Bir yandan çocuklarınız batılı eğitim veren okullarda okusun, Batı’ya gitsin diye perişan olurken, diğer yandan sürekli ‘Batının oyunlarından’ ve ‘Bizi bölme niyetlerinden’ söz etmenizde bir tuhaflık yok mu? Ne diye sizi bölmek isteyen ‘Tek dişi kalmış canavara’ tatile gitmek için o kadar saat vize kuyruğuna giriyorsunuz? Bu işte bir saçmalık, iki yüzlülük görmüyor musunuz?
Batı karşıtlığının (bazen açıkça düşmanlığının!); yüzyılın gördüğü en Batıcı liderin adının kullanarak yapılmasından rahatsızlık duymuyor musunuz?
Ayrıca neden Atatürk’ü, Atatürk’ten korumaya çalışıyorsunuz, münasebetsizce! Atatürk bir ‘insandı.’ İçki seven, fosur fosur sigara içen biriydi. Kime ne? 58 yaşında ‘sirozdan’ vefat etti! Bir kez daha: Kimi ilgilendirir içkisi sigarası ve özel yaşamı? Hatırlarsanız Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmine kimi Atatürkçüler çok tepki göstermişti. Neymiş, ‘Efendim filmde Atatürk’ün karanlıktan korktuğu söylenmiş, hiç Atatürk karanlıktan korkar mıymış?’ İnsaf edin biraz, Atatürk Cumhuriyet’i bu zekâ seviyesine armağan etmiş olabilir mi?
Ailem haber ve tartışma programlarını genellikle Halk TV’den izliyor. Halk TV’nin reklam kuşağına denk geldiniz mi hiç? Atatürk ve din konulu kitapların reklamı yapılıyor sık aralarla. Cumhuriyet kurup 1926’da İsviçre’den Medeni Kanun ithal etmiş insan öyle bir anlatılıyor ki, zannedersin Çankaya Müftüsü! Sizce de bu işte bir acayiplik yok mu?
Birilerinin ‘Atatürkçüyüm,’ ‘Atatürk’ü çok seviyorum’ demesi ve sürekli Atatürk’ten söz etmesi, sizi neden bu kadar etkiliyor? O insanın düşüncelerini sorgulamak istemez misiniz? Belki beş para etmez, son derece niteliksiz biridir. Belki sizin sevginizi prestije, maddi ve manevi kazanca dönüştürüyordur bu adamlar, olamaz mı? Belki ‘Atatürkçülük’ adında, getirisi çok olan bir ‘oyun’ vardır! Belki sömürülüyorsunuzdur? Düşünmeye değmez mi? Biraz ‘dikkat’ ederseniz, bu adamların aslında hiçbir zaman hiçbir şey söylemediğini, boş konuştuklarını, temel sorunlarımıza dair mide bulandırıcı hamaset dışında tek bir öneri getirmediklerini fark edersiniz. Eh, dikkat etsenize o zaman!
Dincilerin insanların dini duygularını sömürmesiyle, sizlerin Atatürk sevginizin sömürülmesi arasında ne fark var?
Örneğin bugün, çok sayıda akademisyeni KHK listelerine yazan ya da sözleşmelerini yenilemeyerek işsiz bırakan ve dünyadaki ciddi herhangi bir kurumun kesinlikle üniversite muamelesi yapmadığı ‘üniversite idarelerinin’ hemen hepsi, Atatürk’ün ‘bilime verdiği’ önemi vurgulayan anma mesajları yayınladı. Bu ‘yüzsüzlükte’ bir payınızın olmadığını mı düşünüyorsunuz hakikaten?
Hadi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Sizce yüzyılın böylesine Batıcı Türk lideri ‘bugün’ yaşasaydı, Kürt sorununu hangi yöntemlerle çözerdi? Yerel ‘özerklikler’ kuran 1921 Anayasası’nın mimarı olan Mustafa Kemal’den söz ediyorum! ‘Kırk yıldır bombalıyoruz, on binlerce insan kaybettik, çok güzel oldu; aynen devam edelim’ mi derdi? Yoksa yüzünü Batı’ya dönüp çağdaş çözüm yollarına mı meylederdi? Ne dersiniz?
Örneğin hemen herkesi karşısına alarak devrimci bir hamleyle Latin alfabesine geçen lider, bugünkü ‘anadilde’ eğitim tartışmalarına nasıl bakardı? Batılı ve Batıcı lider, Batı demokrasilerindeki tartışmaları mı takip ederdi, yoksa 2017 yılında siyasi parti başkanlarının ve milletvekillerinin hapse atılmasını mı dilerdi? Hadi yanıtlamaya çalışalım. Hangisi daha ‘akılcı?’ Hangisi çözüme yönelik? Hangisi daha pragmatist? Ha keza idari yapı konusunda; Batı demokrasilerini mi örnek alırdı? Yoksa, ‘Aman ha 1930’ların sistemi iyidir’ mi derdi?
Bu sözleri çok mu ‘haince’ buldunuz. Yoksa siz de Kürt sorunundan söz edenleri vatan haini kategorisinde kabul edenlerden misiniz? Hatırlatmak gibi olmasın; Mustafa Kemal, işbirlikçi hükümetine isyan eden bir subay hüviyetiyle, devleti tarafından hain ilan edilmiş ve zamanın müftüsü, hakkında ölüm fermanı çıkarmıştı.
Unutmadan, hani bir de çok sevdiğiniz, el üstünde tuttuğunuz, kitapları peynir ekmek gibi süpermarketlerde satılan yazarlar, tarihçiler var. Sahi, onların örneğin Kürt ve Ermeni sorunu gibi konularda ‘anlamlı bir şey’ söylediğine tanık oldunuz mu hiç? Öyle mi, ne dediler peki? Hay Allah, yoksa bu ‘riskli’ alanlara ‘girmedikleri’ için çok prestijli olmasınlar! Düşünelim isterseniz.
Soru çok, yazının sınırı belli…
Atatürk üç beş yılda olağanüstü işler yaparak bir Cumhuriyet kurdu. Devrimler sürecini başlattı. Halihazırda mütemadiyen devrim yaptıklarını iddia edenler, 15 yılda TRT Şeş’i açtı.
Muhterem okuyucu,
Mustafa Kemal Atatürk günah ve sevaplarıyla, bir ‘insan.’ Türkiye’nin ‘harcı’ olan bir ‘figür.’ Milyonlarca yurttaşın saat 09.05’te yol ortasında durup saygı duruşunda bulunması, enayiliklerinden değil kuşkusuz. Mustafa Kemal adı ve imgesi, o milyonların yaşam tarzının teminatı, bugün, hâlâ.
Tarihin seyrini değiştiren, koşulları çok iyi kullanan, siyasi ve askeri konularda üstün niteliklere sahip devrimci bir lider. II. Mahmut ile başlayan Osmanlı-Türk modernleşmesinin son derece parlak bir ürünü. Ne aklı evvel münasebetsizlerin onu kendisinden korumalarına ne de lüzumsuz, akıl dışı övgüye ihtiyacı var.
Batılı, Batıcı ve ‘akla’ değer veren ‘Kurucu’ya bugün yaraşan; tartışılmak, anlaşılmak, eleştirilmek olmalı. 2017’de yaşıyoruz, 1938’de değil. Laik Cumhuriyet’i korumanın yolu her gün bir Atatürk sözünü ‘retwit’ etmekten değil, akıldan, bilimden, dünyayı anlamaktan, o dünyaya ayak uydurmaya çalışmaktan geçiyor.
Atatürk, kimi ‘Atatürkçülerden’ sakınılmayı fazlasıyla hak eden bir lider…
Kitap önerisi: YKY’den çıkan 10 Kasım kitabını (fotoğraflar) öneririm. Çok etkileyici arşiv fotoğrafları var.