Bazı soruların cevabını hayatım boyunca bilemeyeceğim. Yükselen burcum nedir mesela? Zira aileden kime sorsam doğduğum saati farklı söylüyor. En güvenilir kaynak anne diyorsunuz değil mi? Ha haa! Yanılıyorsunuz! Anneme kalırsa beni ilk önce sabaha karşı 05:00 te doğurmuş. Sonra vazgeçip içeri dönmüş olmalıyım ki saat 10:00 da bir daha doğurmuş. Öğleden sonra 15:00 sularında doktorlar tekrar popoma vurduklarına  göre ikincisinde de ikna olmamışım demek çıkmaya. İnsan çocuğunu kaçta doğurduğunu hatırlamaz mı yahu, her seferinde başka bir saat söylüyor!  Peki ya babam..Sor ,sana o günkü Fenerbahçe-Beşiktaş maçının kaçta oynandığını söylesin..Ama kızı kaçta doğdu; cevabı yok.  Yalnızca bu mu? Asla kaç yaşında olduğumu da bilemediler. Şimdi sorsanız biri 32 der, diğeri 47.

Neden bu kadar arızalılar, cevabı basit:Annem evlatlık alınmış. Babamsa tam tersi, evlatlıktan reddedilmiş. Komik bir ikili. Bu alıp vermeler esnasında bazı  hormonlar unutulmuş ya da karambole gitmiş sanıyorum ki çocukları olduğunu pek idrak edememişler. Dolayısıyla   “Ben kimim, kime çekmişim” sorularına cevap bulabilmek için aile tarihimizde gerilere gitmem pek mümkün değil. Kendini bu davaya adayacak bir CSI ekibi  gerek  soyağacımızı çıkarmaya,  ama ebeveynlerimi düşününce bulunacaklardan tırsıyorum. Bu nedenle üstümüzdeki  sır perdesi bana atlastan yorgan gibi geliyor.

Bazı ailelerin ulu çınarlara benzeyen, dalları gökyüzüne erişmiş, kökleri sağlam soyağaçlarına bakınca kıskanmıyor değilim. Çünkü böyle bir ailenin evladı bilir: deli inadı nereden gelmiştir,  neden daha  3 yaşında kaynakçı ustası gibi gözlüklerle dolaşmak zorunda kalmıştır, neden hep gidip vefasız hırtlara aşık olmuştur vs..Oysa benim elimde soyaçekimsel arızalarıma dair hiçbir veri yok. Başıma gelen ne varsa sorumluluğu  tek başıma üstlenmek zorundayım. Evet, bu cevapları bilmek beraat ettirmiyor ama en azından  Kader Müdürü nün karşısına süklüm püklüm çıkacağına yanında deli halan, sakar deden ya da  7 kocalı büyükbüyükannen le çıkmak  ve çaktırmadan “bunun yüzünden” diye işaret edip cezayı bölüşmek  daha iyi.

(Temsili resim)
(Temsili resim)

Küçüklüğümden beri çaresizce cevabını aradığım sorulardan biri de : “ Ben neden  kurumaya yüz tutmuş bonsai soyağacımıza sonradan aşılanan bir dal gibi sırıtıyorum?” Varlığımın sırıttığını farkettiren şeylerin başında kendimi bildim bileli okumaya öğrenmeye olan açlığım geliyor. Çocukluk yıllarım  -evimizde erkek olmadığı için- kocalarından kaçan komşu kadınların, rehabilite merkezi gibi  toplaşıp örgü ördüğü,  sobasında  ıhlamur kaynayan ve benim “Kime çekmiş bu kız maşallah yavrucuğum pek akıllı” sözleri eşliğinde mütemadiyen ödev yaptığım, usluluktan  göbeğimin çatladığı yıllar. İçimden “Niye acıyolar bana ya, Ömercik miyim lan ben” diye isyan eder, bir yandan da “Aferin”i almanın gazı ve  tek kanallı televizyonun sıkıcılığıyla çalışmaya devam ederdim. Evimizde birkaç Ayşegül serisi ve İşbankası çocuk dergisinden başka okunacak şey yoktu. Bu yüzden  üst kattaki komşular ne zaman huysuz kızlarıyla oynamam için çağırsalar koşa koşa giderdim. Çünkü evlerinde beni büyüleyen kocaman bir kütüphane vardı. Bıraksalar raflarından birine yuva kurar büyüyene kadar sadece kitap okuyarak yaşardım. Oyunlarımız bir şekilde Ebru yu saklambaca ikna etmemle başlayıp, zaman kazanmak için yavaş yavaş sayarak kitaplara dalmamla devam eder,  sıkılan kızın ortaya çıkıp beni yakalamasıyla son bulurdu. Her seferinde eve saçım başım yolunmuş halde, yüzümde tırnak izleri ve iki üç sayfa okumuşluğun hınzır gülümseyişiyle dönerdim. Ananemler oynamaya gönderdikleri torunlarının kitap okuduğu için dayak yiyerek döndüğünü gördükçe şaşkına döner  cık cıklayarak güncelleme geliyormuş gibi günde on kez sordukları soruyu yinelerlerdi: “Tövbe yarabbim..Kime çekmiş bu kız bilmem ki?”

 

Ortaokul yıllarım ise her parçalanmış aile çocuğu gibi yatılı okulda geçti. Anadolu’nun dört bir yanından gelen çocukların yanında fazla şehirli ve fazla sarışındım. O zamanların furyası Alamancılardan zannederlerdi beni. “Değilim.” derdim, “İstanbul’luyum ben.” Uzun bir sessizliğin ardından hesapsız biri kendini tutamayıp sorardı: “İstanbullusun da ne demeye yatılı okuyon?” İşin aslı ananemler “Başta ana yok baba yok, kız çocuğudur, başına bir şey gelmesin” diye paketleyip göndermişlerdi  ama başımı eğip öyle söyleyemezdim: “Ablam yatılı okudu, hafta sonları eve gelir arkadaşlarıyla ne kadar eğlendiğini anlatırdı; ona özendim de geldim.”Oysa yatılı okuyan her çocuk eğlencenin Hababam Sınıfı gibi filmlerde olduğunu, gerçeğin tozlu battaniyeler, paslı ranzalar, böcekli yemekler ve evde kalmış ruh hastası gözetmenlerden ibaret olduğunu bilirdi. O yıllarda da mecburen çalışkandım. Çünkü yatılı okul tek kanallı televizyonu bile aratacak kadar sıkıcıydı. Etüd saatlerinde  ders kitaplarını okumak ya da sınıftaki kızların haftalardır yıkanmamış yağlı saçlarını seyretmekten başka seçenek yoktu. Zira roman  okumaya kalktık mı gözetmenlerden dayak yiyorduk.   Ben de etüdlerde çalışır geri kalan vakitlerde ‘eğlenmeye geldim’ cevabımı doğrulamak için hırtlık yapardım

ec96438a197ed0e9e4b22354fe4d53ae

 

Yıl sonlarında dereceye girdiğimi  söylerdi hocalar. Beklemedikleri ya da umursamadıkları için törenlerde konuşma yaparken bonsaimizin fertleri  hiç orada olmadılar. Kendi kendime çıktım, konuştum, ödülümü aldım, eve gidince de bir yerlere fırlatıp attım. Çünkü  canı cehennemeydi ne yapacağımı bilmediğim derecelerin; ailemin gözlerindeki gururu görmediğim törenin ve  ödülün de..Her cuma okul dönüşünde en sevdiğim yemekleri yapan, her pazartesi giderken arkamdan ağlayan ananem vardı, bu bana yetiyordu.

b9a550b895ee1a1f878f4841b48e3211

Ardından ergenlik nedeniyle hırtlığa ağırlık verdiğim lise ve dershane yüzü görmeden kazandığım üniversite yıllarım geldi. İkinci üniversitemi de 30 yaşında  hosteslik yapıyorken kazandım. Bir yandan çalışıp bir yandan okumak zordu. Artık kitap okuduğum için saçımı başımı yolan yoktu ama işten atılmak vardı. Uçuşlarda çay-kahve servislerinin arasında okuyordum amirlerden saklayarak.

Nihayet hepsi bittiğinde, bütün zorunluluklardan kurtulup postu Kaş a serdim. Burada okuyorum diye hırpalayacak ya da işten atacak kimse yoktu artık. Özgürdüm. Sandım ki bundan sonra “aktıkça ağaran bir su olacağım zamanın ırmağında.*”  Yavaşlayacak kafamdaki koşuşturmaca. Yatağını bulacak ve saçlarımı okşuyor gibi akacak su içimden. Ve sonunda  sorularımın cevaplarını bulabileceğim huzur içinde.

Olmadı. Kafamın içi Kirazlı metro hattı gibi çalışıp durmaya devam etti. .Değişen tek şey başlardaki bilinçsiz okuma öğrenme eğilimlerimin yerini  zamanla farkındalığın alması. Artık biliyorum ki yıllardır peşinde olduğum bilgi “Kim olduğum” bilgisiydi. Okuldan okula koşturmamın, önüme çıkan herşeyi okumamın sebebi  buydu.  Ailemden alamadığım cevapları dünyanın kendisinden alabileceğimi sanıyordum belki de.  Ama  yanılıyordum. Çünkü izini sürdüğüm şey ben okuyup öğrendikçe başka adrese taşınıyor, değişip dönüşüyordu. Bugün öğrendiklerimden sonra ben dünkü benle aynı kişi olmuyordum artık.

Bonsainin ona ait değilmiş gibi duran dalı uzuyor, yapraklanıyor, o yaprakları döküp yenilerini çıkarıyor, tomurcuklanıp çiçekler açıyordu. Yaşamak için durmak bilmeksizin gelişiyordu.

Beklediğim rahatlama bunları farkettikten sonra geldi.  Varmam gereken yere geç kalıyorum hissi kalktıktan sonra başka gözlerle bakar oldum hayatıma. Artık neden diğer dallara benzemediğimi düşünmek yerine varlığımı borçlu olduğum o bodur ağaca şükrediyorum. Neden böyle yapraklanıyorum ya da neden bu yöne doğru uzuyorum diye sorgulamak yerine ağacın onu güzelleştiren bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorum.

Bu noktaya ulaşmak için kafamın içinde 40 yıl boyunca bir amok koşucusu gibi koştum. Ama 150 yıl yaşayacak olduğumu  varsayalım;  bu kadar erken idrak ettiğim için şanslı bile sayılırım. Hele bir de saat kaçta doğduğumu öğrenebilirsem, işte o zaman ha ben ha Dalai Lama..

 

* Şükrü Erbaş\Ağaran Bir Suyum