erol3

Erol Büyükburç ile bu röportajı zamanının Aktüel dergisine yaptığımda sene 1996 mıydı neydi; henüz o zamanlar eşi Emel Hanım da, Erol Büyükburç da ve dahi ablası da, hepsi hayattaydılar.

Şimdi bu röportajın yapıldığı o evden hayatta kalan bir tek ben kaldım. Allah ömür versin, artık ufak ufak sırayı aldığımız dönemler geliyor; her gidende insan ister istemez bu bencilce düşüncenin pençesine takılıyor.

Buyrun isterseniz “Babanız Kim” adlı röportaj kitabımda yer alan Erol Büyükburç yazımı aynen aktarayım:

 

“Hala 60’lar kokan apartumanın yüksek bahçe girişinden inerken 60’lı yıllara has kırmızı plastik sandalyeye takıldı gözüm. Biraz durdum, hafiften çiseleyen yağmura baktım ve derin bir nefes alarak apartmana girdim. Eşi Emel Hanım’la uzun görüşmemizin sonunda adresi almaya çalışmış fakat şarjım bittiği için muvaffak olamamıştım. İkinci aramaya cesaret edemeyip anneme arattırıp adresi almış fakat onlar fazla uzun konuşmamışlardı.

Kapı ardına kadar açıldığında içimden “Aman Tanrım” deyivermişim. Çünkü karşımda yılların starı, çocukluğumuzun androidi, hiç bir zaman anlaşılamayan sanatçı Erol Büyükburç duruyordu!

Yüzünün neredeyse tamamını kaplayan colormatik gözlüklerinin arkasında herkese aynı bakan gözlerine ulaşmaya çabalamadan elini sıktım.

Eşi Emel Hanım’ın arkasından da ablası Sabiha Hanımefendinin ellerini sıktıktan sonra en nihayet evin küçük köpeği Viki’nin soğuk ve ıslak burnuna değdi elim. Fotoğrafçı Yıldırım Erol Büyükburç’u fotoğraflar için dışarı çıkarırken ben de evin içinde eşi Emel hanım ve ablası Sabiha hanım ile salona geçtim. Fakat o da nesi! Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Burası hani o küçük çocukların girmeye korktuğu ve girenin bir daha dönmediği evlerdendi. Yılların hatıralarını taşıyan bu müze gibi garip evin içi atölyeydi. Gördüğüm en garip, en ürkütücü evlerdendi. Salonun duvarına dayanmış altın varaklı tahtın üzerinde ve evin birçok yerinde Erol Büyükburç’un yaptığı kuklalar duruyordu. Ve yüzlerce resim evin dışarı bakan camına dayanmış, sokağı seyrediyordu. Bir takım renkli baskılar hakikaten görülmeye değerdi. Ben resimlere bakarken Emel Hanım gelip evin atölye olduğunu, dağınıklık için kusura bakmamamı söyledi ve sözlerine ekledi, ekledi, ekledi…

Ablası Sabiha Hanımefendi ise yumuşak ses tonu ve kibar anlatımıyla çok eskilere gitti, gitti, gitti… Emel Hanım kahveleri yapmaya gittiğinde onu çok özledim çünkü kahveleri yapmaya giderken bir telefon aldı ve yaklaşık bir buçuk saat sonra döndü. Kahveler içilirken hastalıklardan bahsetmeye başladık. Sırayla ameliyat izlerine bakarken ülkemizdeki sanat ortamlarının ne kadar stresli olduğunu anladım.

Halep’te DamDösYön’de okumuş Sabiha Hanım, kardeşi Erol Büyükburç’un çocukluğundan beri yerinde duramadığını ve çok yetenekli olduğunu söylerken Emel Hanım içeri koşarak bana basın dosyasını getirdi. Bu dosyada ilgimi çeken bazı bölümleri aynen aktarıyorum:

“Küçükken oyun olarak bitişikteki damın üzerinde uçurtma uçurarak ve aşağı doğru sarkan asmaların altında gölgelenerek vakit geçirmeyi severdim. Bu sırada Adana’nın 5-10 kilo tatlı limonunu yiyip serinlerdim.  Arkadaşlarımla yarış tipi oyunlara çok meyilliydim. Sürekli oyun icat etmek gibi bir eğilimim vardı. Gene o damda otururken kendi kendime oyuncaklar yapardım. Evde olduğumda şakacı kimliğimden olsa gerek abla ağbeylerimle şakalaşmayı da çok severdim. Zaman zaman bu şakaların dozu biraz fazla oluyordu. Sözgelimi antrede belli köşelerim vardı. Oralara saklanır, büyüklerimi Bööö diye korkuturdum. Onlardan bazen zılgıt, bazen de kötek yiyordum. Zira karşılarına geçip kaşlarımı oynatıp, bir güzel kaçardım.”

Dosyadaki bu yazılara göz atarken Sabiha Hanım yumuşak ses tonuyla fincanı kapatırsam bana kahve falı bakabileceğini söyledi. Tereddütsüz kabul ettim. Fincana bakarak daldı ve güzel şeyler söyledi. Bildiği şeylere şaşırmadım çünkü sanatçı ailelerde geleceği bilmek devede kulaktır.

Falın tabak bölümüne geçmiştik ki kendine has kapı çalışıyla Erol Büyükburç geldi müthiş enerjisiyle. Geldi ve film karesi tamamlandı. Bana “Gukkuriguu”u şakalar yapıyor, ben de bu sevimli insana gülümsüyorum. Derken, bana aniden “Türk halkında armoni göremiyorum. Sizde de o armoni yok. Bir soruyu dinlemeden diğer soruya geçiyorsunuz.” dedi. Ona “Şu an free caz yapıyoruz” dedim, müthiş kahkaha atmaya başladı, o dakikadan sonra beni sevdiğini hissettim.

Sonraki dakikalar röportajın en samimi bölümleriydi. Elini periyodik olarak elime temas ettiriyor, her insanın bu dünyada bir misyonu olduğunu anlatıyordu. Onun dilinden konuşmak için “Metallerimden cıva fazladır” dedim. Gözleri parladı ve içeri koşarak Yunus Emre’nin düzenlemelerini getirdi.

O, Türkiye’ye müzikal olarak getirdiklerini anlatırken yüzüne baktım. Barış Manço’dan sonra artık eski starlara çok daha dikkatli davranmak gerektiğini düşünerek anlamsızca yüzüne gülümsedim. Yaşlanmıştı ama o hala bir stardı. Amerika’daki benzerleri ya intihar etmiş, ya da alkolden gitmişlerdi. Fakat o hala pervasızca simsiyah saçlı, 18 yaşındaki gibi heyecanla projelerini anlatıyordu.

Best Of Erol Büyükburç albümü çıkaracakmış. Ayrıca resim sergilerini artıracak ve halka indirgeyecekmiş. Bana da onu kırmamamı ve aralarından bir resmi seçmemi istedi. Ben de sanırım en güzelini seçtim hehe.

Erol Büyükburç ile görüşmemiz sayfalara sığmaz aslında ama bir bölümü böyleydi. Kendisine zamanının starı olarak saygımız sonsuz. Hatta dergimizin editörlerinden Murat Tunalı ile Erol Büyükburç dosyasını okuyoruz ve Murat çocukalrına bırakmak üzere gidip o sayfaların fotokopilerini çekti. İşte o dosyadan bazı bölümleri de aynen aşağıda madde madde aktarıyorum. Bu röportajdan sonra benim enerjim tükendi. Gidip kör bir kuyuya bağırmam gerek: AYÇA’NIN KULAKLARI EŞŞEK KULAKLARIIIII!

1) İlk Anadolu turnelerini başlattığı dönemlerde Zigana geçidinden geçerken arabasının lastiği patlıyor, çok soğuk bir kış günü gerçekleşen bu olayın ardından yok ıssız olduğu için lastiği balla yapıştırıyor ve yola öyle devam ediyor.

2) Tarsus’ta kasaba girişinde konser vereceği sinemaya kadar olan yol gül ve çiçeklerle kaplanıyor, arabası omuzlar üzerine alınarak sinemaya kadar taşınıyor.

3) Antep’i sel basıyor ve konserin iptali düşünülüyor. Konser salonu kapasitesiinin dört katı doluyor. Kendisi kaldığı otelden omuzlar üzerinde getiriliyor.

4) Ankara Lunapark ve İzmir Ekinci Över gazinolarında üst üste 17 kez bis yapıyor. Şahit: Sunucu Erkan Yolaç.

5) Konserler sırasında fırlattığı ceketler hayranları tarafından kapışılıyor ve uğur niyetine parçalanıp paylaşılıyor.

6) Üçüncü Balkan festivali sonucu yurda dönerken geç kalıyor ve uçak kendisini tam yarım saat bekliyor.”

İşte Erol Büyükburç’un röportajı buymuş. Ben de şimdi bunları buraya yazarken okudum tekrar fakat ben daha renkli bir röportajdı diye hatırlıyorum. Hatta daha da ileride okumak icap ederse hemen belirteyim, kendisiyle bir on yıl kadar sonra tekrar röportaj yaptığımda bu kez eşi Emel Hanım vefat etmiş, Ute Hanım ile birlikte Kartal’da bir evde oturuyorlardı. O evde o gün temizlik vardı ve bir ara tuvalete gittiğimde çamaşır makinesinin üzerinde nüfus cüzdanı duruyordu. Doğum tarihine çok utanarak baktım, şu an hatırlamıyorum kaç yazıyordu fakat o zamanlar “Üfff amma da yaşı varmış beee ” dediğimi iyi hatırlıyorum. Ve onu dedikten sonra on yıl daha yaşadı. Mekanı cennet olsun, makaracı bir abimizdi.