Doğum sonrası doktor ile konuşuyoruz. Kendim için büyük, tıp dünyası için küçük sorularıma cevaplar arıyorum.

 

*Doktor bey bu ne allah aşkına, bu kadar küçük bebek mi olur? Yani pelte gibi bu, kafasını bile tutamıyor. 9 ayda ola ola bu mu oldu? Daha bekleyebilirdim, benim acelem yoktu, büyüyüp çıksaydı? Olmuyo mu öyle bişi? Herkese mi 9 ay?

 

*Kaçıncı haftada yürümeye başlıyor bu bebekler?

 

*Göbeği mi düşecek? O ney? Kendi mi diyecek anne göbeğim düştü diye? Ben bakamam öyle acaip şeylere de o bakımdan.

 

*Dişi yok bunun? Hiç yok ama? Nasıl yiyecek? Hıı, anlıyorum. O zaman büyüyene kadar falan hastanede yatarım ben. Niye olmaz ya? Altı ay sonra geçerim eve.

 

*Ya bu kadar küçük bebeği nasıl eve götüreceğim, ay siz iyice şaşırdınız haa!

 

Tabi ki konu hakkında onlarca fasikül okudum ama teori ile pratik arasında dağlar var. Ayrıca sevgili doktorum bundan yüz yıllar önce dört ayaklı olarak yaşadığımız hamileliğin daha uzun (3 yıl) olduğunu ve doğan bebeğin yürüme kabiliyetine sahip olduğunu söyledi. İki ayak üstüne geçişte bu sürenin kısaldığını belirten sevgili doktorum “e diyeydiniz ben dört ayak gezerdim 3 yıl ehii” dememe ufak bir tebessüm dahi etmedi.

 

İki kişi olarak çıktığımız eve, sanki danimarka’da gurbette yaşayan teyzemin hiç tanımadığım kızı ile dönmüş gibiyim. Evde bi sessizlik, koltukta ellerimi dizime koyup oturmuşum. Hoşgeldin cınım, yolculuk nasıldı, annengiller nasıllar diye tam sorucam basıyor yaygarayı. Soramıyorum.

 

Lohusalık, tam manasıyla delilik. Anneliğin zirvesi gibi bir şey. Benden başka kimse çocuğuma iyi bakamaz, benden başka kimse kucağında rahat tutamaz, benden başka kimse g*tüne elleyemez, ben, ben, ben diye çıldırılan bir dönem. Yatak odasında kucağımda çocuk pişpişlerken salonda çekirdek çitleyen kocama “gürültü yapacak zamanı buldun, burada çocuk uyutmaya çalışıyorum, ne bu ses çıt çıt çıt aaa” diye carlamışlığım var. Şimdi olsa kendimi tokatlayabileceğim türlü lohusalık davranışları sergiledim. İlk banyosunu yaptıran en sevdiğim kuzenimi ‘oha oha boğsaydın çocoo ne biçim su döktün kafasına oha çöşş’ diye tokatlamış, ‘ne biçim tutuyosun yaa düşecek çocok’ diye annemi bıçaklamış, ‘ya daha 4 günlük bebeğin poposunu mu merak ediyosunuz pis sapıklar’ diye altını değiştirirken yanımda duran babamı şişlemişliğim var. Neyse ki geçiyor.

 

Kısa sürede yeni titrine alışmış oluyorsun. Bir yaşına geldiğinde artık yaya halde alt değiştirebiliyor, güreşmeden üst giydirebiliyor ve emzirirken çorba karıştırabilirken yerleri silip tuvaletini yapabiliyorken bulaşık yıkayabiliyorsun. Bakın araya virgül koymuyorum. Çünkü es vermeden hepsini bir arada yapabiliyorsun. Şaka gibi di mi. Valla öyle.

 

Ah yürüse de kucağımdan inse, ah yürümeye başladı takılıp düşmese, ay koşabilse de arkadaşlarına yetişse, yetişse de itişmese, ay konuşsa da neresi ağrıyor söylese, ay konuşmaya başladı keşke sussa, ne yiyeceğini söylese de pişirsem, ne yemek istediğini söylüyor ama yapınca yemiyor. Bu dönem anneliğin cicim aylarının bittiği dönem. Ayrıca artık yürüyen bir bebeğin varsa neden ikinciye hamile değilsin? Olmuyor mu yoksa??

 

Etrafta sürekli ne kadar başarısız bir ebeveyn olduğunu yüzüne çarpan etkenler var. Bu etkenleri teker teker yazı konusu yapmayı düşünüyorum. Uyku eğitimi, emzirme, soğukta üşütme&sıcakta pişirme, katı gıdaya geçiş, hala bez mi kullanıyorsunuz, ebeveynlikte babanın rolü, babasıdır öldürmeyin, bir annenin baş ucu kılavuzu; hiç dava kaybetmemiş boşanma avukatları, kardeş şart mı, çalışan/çalışmayan anne savaşları, çalışmayıp bakıcı tutan rezil anne, kreşe başlama yaşı, parkta annelik, avm’de annelik, yurtta ve dünyada annelik gibi bolca hoşşak geçilecek ciddi konulardan bahsedeceğim.

 

Sabırlı olun.