Sizlere söz verdiğim gibi sık sık yazı yazmaya devam ediyorum. Bu ikinci sık yazım.

Yazının sonuna yaptığınız yorumlardan anladığım kadarıyla zikiniz doşaanıza denk, pek sorununuz yok. Çok şükür diyorum. Yani ben Gönül Abla olmasam da olur. Maksat siz mutlu olun. Ben de konu önerilerinizle sanat hayatıma devam ederim, nolcak yani.

Bir okurumuz İstanbul ile İzmir yaşantısı arasındaki farklara parmak basmamı önermiş. Kendisine buradan teşekkürü bir borç biliyorum zira bu konuya dikkat etmemiştim. Yani benim için İstanbul’da uyanmak ile İzmir’de uyanmak arasında fark yokmuş gibi geliyordu. Arkadaş bu konuyla ilgili yazı yazmamı istediğinde oturdum bilgisayarın başına ve yazmaya başladım. Fakat konuya odaklanamadım bir süre zira klavyeyi o kadar hızlı kullanıyordum ki çok havalı geldim kendime. Yani şu anda ben yazı yazarken çıkan sesleri duysanız beni feci bir yazar ya da daktilocu sanırdınız. Feci bir yazar olmayı ederim elbette. Ama mesela İzmir’de olunca ilkinin o kadar da önemi olmuyor. Yani amaan iyi yazar olsan nolur olmasan nolur, zaten aşağısı şahane bir plaj. Kendini Ege’nin içinde sanki buzuki çalıyormuş gibi neşeli ve tasasız denize atacağının garantisi olunca toplumun seni takdir etmesinin pek de manası kalmıyor. Neticede iyi yazar olmak, iyi ressam olmak, yok efendim sanatçının önde gideni olmak, bütün bunları hazmettikten sonra her şeyi yalınlaştırma yeteneğinin gelişmesi ile ölçüldüğünden, al sana zaten bunun tam da içindesin oluyorsun.

Acaba anlatabildim mi… Kesin anlatamadım. Amaan anlatmasam da olur, nasıl olsa aşağısı plaj değil mi. Hem de hafta içi bomboş bir plaj. Bir insan daha ne ister ki? Mavi bir gökyüzü yukarıda yürüyor olsun, sen onun altında akşam üstleri yürüyor ol, gerisi hikaye. Ayaklarımız yürüdüğü, gözümüz gördüğü, en önemlisi de içimiz şevk ile dolduğu sürece hayat güzel. Bu da Ege’de çok daha kolay yaşanıyor. Çünkü statü sahibi olmak ve o yarışın içinde kıran kırana bir savaş vermek telaşı İstanbul’da oldukça sert şekilde kendini hissettiriyor. Ufak bir birikimin ve sırtını dönebilecek kadar yaşamışlığın varsa İstanbul’dan göç etmek fikri bilmiyorum, bana çok iyi geldi. Artık benim o şehirde girmediğim fare deliği kalmamıştı. Şu anda bir iki kişisel yetersizlik meselemle de barışırsam bu Ege’nin rahat ve geniş havasından suyundan daha çok faydalanabileceğim.

Yani çok klişe bir söz var ya, gittiğin yere kendini de götürüyorsun diye, o doğru. Ben kendimi yakaladığım anda onunla konuşacağım, bilader, naabıyon sen, bu iç huzursuzluğun nedir, gel şöyle seninle bir yürüyüşe çıkalımi bak manzara ne kadar güzel, gel bak nasıl da mavi gökyüzü, şu martıların masmavi  denizin üzerinde süzülüşüne bak, bırak artık şu büyüklük çabalarını, küçüklüğünü kabul et ve manzaranın tadını çıkar, diyeceğim.

Sonra bir de bira ısmarlarım belki deniz kenarında herhangi bir kafede. Belki yarım kilo da sardayla alıp kafeye pişirttiririz. Burada öyle; yanında dışarıdan yiyecek götürebiliyorsun. Hatta bırak götürmeyi, pişirtebiliyorsun bile. Yanına da bir iki zeytinyağlı meze, ooeeehhh.

Sorusu olan?