Yeni dünyada “çocuklarınızı iyi gözlemleyin ki gelecekte olmak istedikleri kişiye, yetenekleri olan mesleğe yönelsinler, çocukları köreltmeyin, tek tip insan olmasınlar” akımıyla büyüyen çocuklar var. Yakın çevremden örnek verecek olursam pek işe yarayan bir akım değil. Gelecek her zaman olduğu gibi bir dolu bankacı, devlet memuru, belediye işçisi ve pazarcılara gebe. Ne ebeveynlerin oturup çocuklarını gözlemleyecek ne de çocukların dersanelerden, sınavlardan başını kaldırıp obua çalacak zamanı var. Çeşitli yayın organlarında sadece mesleği eğitimcilik olduğu için boşa konuşan, “çocuklara gerekli özeni gösterirsek gelecekte kendi benliklerini buldukları, mutlu oldukları hayata kavuşurlar” demek zorunda kalanlar var. İşte işlevsiz, ezbere eğitimcilik böyle bir şey. Ya da salla başı, al maaşı mı desek.

 

Ha benim 35 tane kirada dairem var, gerek para gerek zamandan yana sıkıntım yok, çocuğum 4 yaşından beri ingilizce, fransızca, rusça konuşuyor, piyano dersinden patene, yüzmeden çıkıp bale gösterisine koşuyoruz, büyüyünce ingiliz kraliyet ailesinin sol taş**ağı olacak diyorsanız burdan gerisini okumasanız da olur. Boşuna zehirlenmeyin.

 

Hem annenin hem babanın evi geçindirip bir insan yetiştirmek için kazandıkları para vergi ve kesintilerle hortumlanırken kimse dünyaca ünlü bir piyanist yetiştirme hayali kuramıyor malesef. Kaldı ki konservatuar sınavları diye bir sınav var ki sanırsın isviçre’ye bilim adamı yollayacaklar. ‘Çocuğun kulağı iyi’ diye basit bir gözlemle konservatuara veremiyorsunuz. Müziğin icadından tutun ilk ıslık çalan insanın dedesinin hangi savaşa katıldığına kadar gerekli gereksiz bir dolu bilgi ile donanmanız ve üstüne bir de eli kolu uzun, sözü dinlenen bir dayınız olması lazım. Hayatı kızının müzik aşkıyla değişen bir aile ile konuştum geçen hafta. Okuduğu devlet lisesinde müzik öğretmeninin ‘saçma’ bulduğu bestelerini özel ders aldığı öğretmeni ‘müthiş bir zeka’ olarak yorumlayınca dayanmışlar konservatuarın kapısına. Eş, dost yardımıyla girdiği okuldan başarı ile çıkmak için ailece deli gibi koşturuyorlar. Sanatın ve sanatçının baş tacı yapıldığı cağnım ülkemde kim bilir hangi güzel işlere imza atacak o yavrucak. İddiaya varım şansını yurt dışında kullanmazsa, en iyi ihtimalle televizyonda yayınlanan popüler ses yarışmalarının birinde, yanık sesli varoş bir insanın birinciliğini alkışlıyor olur. İkinci ya da üçüncü olarak.

 

Yeni dünya ve özgür çocuklar… Özgür ve idealleri olan çocuklar olmadığını, olamayacağını gören insanoğlu depresyona girmesin diye kişisel gelişim akımı türedi. Ferrarisini satan bilge, kazandığı kitap geliriyle Fransa’da üzüm bağları satın alırken, okuyup yaşadıklarına şükreden asgari gelirli insanlarımız oldu. S*ktir et diye kitaplar çıktı. Ana fikri “ya abicim evin mi yanıyor? karşısına geçip göbek atacaksın, iyi ki içinde ben yoktum diye şükredeceksin” olan bir dolu ıvır zıvır. Sen evrene yaz, yolla dediler. Ama öyle evrenden istemekle olmaz, sende bir adım at dediler. Sen bir adım at olduğu kadar, olmadığı kader dediler. Olmadıysa bunda da vardır bir hayır dediler. Alnında enayi yazana kadar avuttular milleti. Hala da çi, fi, zi, mö, ho, höö diye avutmaya devam ediyorlar.

 

Orta okulda saçlarımı o zamana göre marjinal şekilde toplardım. Aman deli bu yaa derlerdi. Sesim güzeldi, annemin altın gününde teyzelere şarkı söylerdim. Maşallah pek güzel sesi var dediler. Odamın duvarları, tavanı ve hatta kapımı bile renkli kalemlerle şiirle, resimle doldurmuştum. Ev rezil oldu boyayalım dediler. Konservatuara değil ticaret lisesine verdiler. Ya ne olabilirdim ki memurdan başka? Boktan sınavlarla ölçülen minnacık beynimiz ortalama notlar alıyor diye parlayamıyorduk bir türlü. Ha o sınavlarda Akdenizde bitki örtüsünün maki, dağların denize paralel olduğunu bilen zeki insanda olsa olsa müdür olacaktı. Kimseye geleceğin parlayan yıldızı olarak bakılmıyordu. Futbolcu dediğin köprü altı çocuklarından, şarkıcı dediğin dansözlerden, yazar dediğin hapis cezası olanlardan çıkardı. Sen bir orta direk insanı olarak ülkenin direği olarak kalacaktın işte. Öyle boş hayaller kurmayacaktın. Kurmadık.

 

Evlendik çoluk-çocuğa karıştık. Şimdi düşün bakalım ne olacak bu yeni dünyanın özgür çocuğu? Daha doğmadan ismi ile başlıyorsun zaten kaderini etkilemeye. Efendim A ile başlayan isimler çok şanslı olurmuş, iki isim koymak kişiliğini etkilermiş, uyurken kulağına sürekli çok başarılı ve mutlu olacağı yönünde olumlamalar yaparsan yıldızı parlarmış, falanmış, filanmış. Bilgi sahibi olan, olmayan bir dolu insanın tecrübelerini dinliyorsun. Yeterli bilgi kirliliğine ulaştığında “okuma, yazma, dört işlem matematik ve boğulmayacak kadar yüzme bilsin yeter” diyorsun. Çocuk sahibi olmayı hafife alan deyimlere sarılıyorsun; “Doğan büyüyor üstadım”, beklediğin kadar akıllı değilse “Hayırlı evlat olsun da..”, beklediğinin bile altındaysa “Aman sağlıklı olsunlar da..”

 

Belki de o özgür, başarılı, mutlu, kendi benliğini bulmuş idealist çocuklar umutların bittiği yerdedir. Belki yeni dünya diye birşey de yoktur. Tekrarlar üzerine yaşanan hayal kırıklıklarıdır hayat. Ne demiş Charlie Chaplin; Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir. Çokta şeyyapmamak lazım yani.

 

Ayrıca yeni dünya dediğimiz meyve de Malta eriğidir. Meyveye siyasi parti gibi isim koymak ancak bir Türk’ün aklına gelebilirdi değil mi..