Tabağındakilerin hepsi bitecek diyorum, özellikle yarısını bırakıyor. Bak oraya tırmanma düşersin diyorum, tırmanıp sinsi sinsi gözlerimin içine bakıyor. Balkona çıkacaksan terliklerini giy diyorum, yağmur botlarını giyiyor. Çorba yaptım diyorum, istemem diyor. Pilav yer misin diyorum, çorba diye ağlıyor. Dışarı çıktığımızda 45 dakika onu parkta bekliyorum, benimle 5 dakika markette duramıyor, sıkılıyor. Evde kes-yapıştır oynayalım diye oturuyoruz masanın başına, ben kesip yapıştırırken o inatla boyama dediğim duvarları boyuyor. Kahvemi alıp ayaklarımı uzatacak vakit ya çişi geliyor ya anne suu diye bağırıyor. Tek gözüm seğirmeye başlıyor o an.

 

Gece yataktan fırlayıp anne bir ağaç beni kovaladı, ben de ona tekme attım, sonra o beni tırmaladı ben de çok korktum ööee diye ağlamaya başlıyor. Sıcak yatağımdan ‘evladım şimdi o öyle olmamıştır, ağaçları çok severiz hımk mımk’ söylenerek çıkıp salona, kafası dağılsın diye kitap okumaya gidiyoruz. Hamfendi ‘bilim kurgu ve korku’ dalında imdb puanı 3.2 olan rüyasını unutsun diye iki saat pembe çiçeklerden, sarı kelebeklerden, ponpon tavşanlardan bahsediyorum. Tekrar mışıl mışıl uyuduğunda ben de iyice aymış, uyku trenini kaçırmış oluyorum. Sağdan sağdan atlılar geliyor bu sefer.

 
Sabah 5te ikinci kahvemi içmiş, çamaşırları sermiş, akşamdan şiddetli depreme maruz kalmış evi düzenlemiş, mutfağı saran karınca ordusunun yuvasına yarım limon sıkmış oluyorum. Pencereyi açıp yeni aydınlanmış boş sokağa “hepinizin mınakoyim” diye bağırıyorum içimden. Uyuyun, uyuyun, bok var uyuyun. Büyüttünüz tabi bebeleri. Hatta evlendi gitti çoğu. Biz daha kabusa giriş çeptır van, gözümüzü 4’te açıyoruz. Adaletin yok mu lan dünya diye tekrar içimden bağırıp kapatıyorum camı. Ne bir alkış ne bir haklısın gardaş diyen var. Koca dünyada yapayalnızım.

 

Ya sahi bu çocuğun bir babası, benim bir kocam vardı di mi. Peki o nerede bu hikayede?

 
Sene 2002, aşkımız zirveye ulaşmış, o kısa süreli düz çizgide yol alıyor. Burdan gerisi nişan, düğün, çocuk diye devam etmeli. Aksi düşünülemez. Askerlik engeline takılıyoruz. Her yurdum kezbanı gibi ben de gözü yaşlı asker uğurluyorum. Suriye sınırından aradığı ilk telefon konuşmamızda helalleştikten sonra arabesk dolu aylara bodozlama girmiş bulunuyorum. Gitmeden şunu kalbine yaz çiçeğimden tutun, bende buraların nesine geldim emmoğluna, ordan da ölürsem kabrime gelme istemem’e uzanan play listimde boncuk boncuk göz yaşı döküp hayali mutsuz sonumu yaşıyorum adeta. Ta ki sınırdan Antep’e geçip “ya inan tek özlediğim şey ne biliyo musun, bir bardak sıcak kapuçino” diyene kadar. Zıkkımın kökü kapuçino diye bağırıyorum içimden.

 

Terhis olduktan bir kaç zaman sonra tek taş yüzüğü verirken “tantana istemiyorum, paris’te türk elçiliğinde evlenip dönüşte aile büyükleriyle yemek yeriz” dedi. Vay be amma havalı çocuk di mi. Gelenekçi bir aileden geldiğimi o an’a kadar gizlemeyi başarmıştım oysa. Yani annem bu teklife benim kadar havalı bakmadı; ay bu kız beni rezil edecek Necati, vallahi evlatlıktan reddederim, teyzengillere, dayıngillere ne derim ben diye dizlerini dövmeye başladı. Sonuçta her iki tarafında istediği olmuş, tantanasız bir düğün ile dünya evine girmiştik.

 

Aradan geçen beş yılın istisnasız her günü torunum nerde, torunum nerde diye kapımızı aşındıran annem artık umudunu yitirmiş, “ay şekerim olmuyor işte, allahın takdiri” diye eşe dosta beni kısır ilan etmişti. Sevgili eşim de aman ne gerek var çocuğa, ikimiz yaşayıp gidiyoruz işte diye şimdilerde kulağıma ulvi gelen bir kaç cümle etmişti. En yakın arkadaşım hamile kalana kadar herşey çok güzeldi. Klasik “ay beraber büyürler kardeş, kardeş” diye paldır küldür daldık olayların içine. Sonrası bir önceki yazıda olduğu gibi. Gözümü ameliyathanede “ay ne şeker bebek, sizin mi?” diye sorarken buldum eşime.

 

Bebeğin ilk aylarında dam üstündeki saksağan kadar faydası olmadı bana. Hatta bebeğe rağmen ağır uykusu ve “akşam maç var, ben arkadaşlarla takılırım” tarzı rahatından ödün vermeyen tavırları ile hala hayatta kalmış olması, hayatını bağışlamış olmam bir mucize.

 

Daha yeni yeni çocuğu paslaşmak suretiyle idare edebiliyoruz. Gece boyu kabus gören çocuk hiç bir zaman onun sınırları dahilinde olmadı. Çok değerli gece uykusundan kesinlikle fedakarlık etmedi. Bu gamsızlıkla 300 yıl daha rahat yaşar diye düşünüyorum. Neyse, en azından uykusuz, perişan halimi gördüğü o sabahlarda “sen uyu, ben ilgilenirim” diyor. Bu da bir şey.

 

Her çocuk kadar huysuz, inatçı, iştahsız. Her çocuk gibi oyun oynamak, akranları ile vakit geçirmek ve ilgi görmek istiyor. Bana göre 650, ona göre 4 yıl olarak geçen bu sürede artık anneliğin kitabını yazarım ulan ben diyecek kadar kafayı yemedim henüz. Yiyenleri gördüm, yazık.

 

Diyeceğim o ki, galeyana gelmeyin. Fazla tantana etmeyin, evlenin, gezin, bir kedi alın. İki kedi de olur. En büyük derdiniz “şekerim biz sütlünün kumunu filipin adalarından getiriyoruz, mercan kumu olmazsa zıçamıyor” olsun.