Günün birinde böyle bir yazı yazacağım kaçınılmazdı ama doğrusu hiç kurgulamamıştım. Sadece şu an yazarken “Tabii ya bu yazıyı er geç yazacaktım. Hem de işler iyi ve sırasıyla giderse” dediğimi fark ettim.

Biz annem ile biraz da bağımlılığa varan bir şekilde – bu topraklardaki çoğu kız çocuğu ile annesinin arasındaki ilişkide olduğu gibi – iki sevgili gibiydik. Birbirine aşık, anlaşamadığı halde sado mazo bir tutku ile birbirine bağlı, kopamayan, normal bir hayat kurduğu zaman anasına ihanet ediyormuş gibi bir suçluluk duyan, iki sevgili.

Annemi dün toprağa verdik. Düşünebiliyor muyum, ben annemi sakin sakin toprağın altına koydum, öyle ağlayıp zırlamadan, üzüntü yaşamadan eve geldim, hayata devam etmeye başladım. Benim tutku ile aşk duyduğum annem, oidipiusunu ruhsal penetrasyonla yapmamak için ölecek diye mütemadiyen ona öfkelenen, öfkelendikçe ona bağlanan, kıyamayan, güvercin gibi minicik ruhcuğunu pamuklara sarası gelen ben, gözümü kırpmadan onun ölümünü kabullendim ve eve gelip kendi mutlu hayatıma bakmaya başladım.

O orada her ne kadar bir tatlı zeytin ağacının altında, üzerine zeytincikleri dökülmüş güzel mi güzel, denize ve yemyeşil dağlara bakan tatlı bir Ege köyünde yatıyor olsa da her okunan ezanda bir kez daha ve bir kez daha selası okunuyor gibi bir iç yoğunluğuyla da olsa hayatıma devam ediyorum. Sanki o her selada beni çağırıyormuş da ben duymazdan geliyormuşum gibi.

Evde yemek pişiyor, oğlan okuldan geliyor, herif bir soru soruyor, ona cevap veriyorum, telefon geliyor, açıp konuşuyorum, gidip süt alıyorum, o orada yatmaya devam ediyor.

Yürüyüşe çıkıyorum, uzaklarda bir gökkuşağı beni takip ediyor yürüyüş boyu, o orada yatmaya devam ediyor. Üzerime bir yaprak düşüyor onu düşünüyorken, mutlu oluyorum ondan haber geldi diye, o ise orada yatmaya devam ediyor.

Ben konuşuyorum, gülüyorum, düşünüyorum, düşündüğümü anlatıyorum, yazıyorum, o ise sessiz sessiz orada hiç yorum yapmadan yatmaya devam ediyor.

Değil elbette ama bu biraz da ihanet. İhanet ediyorum, o orada yatmaya devam ediyor.

İhanet değil diyorum, tamam ihanet diyorum, itiraf ediyorum, saçmalama diyorum, o yine yatıyor.

O mu ihanet ediyor yoksa?

Yok ya işte saçmalıyorum.

Hiç bir şey olduğu yok. O sadece öldü.

Vazgeçti, gitmek istedi, gitti. Ben de onu sanki serbest bırakıyormuş gibi yaptım, yakasını bırakmış gibi yaptım, hadi git istiyorsan tamam dedim, vedalaştım, on dakika sonra öldü ama aslında rol yapıyordum. Hiç istemiyordum ölmesini. Ben mızıkçıyımdır, vazgeçtim tamam istemiyordum ölmesini var mı!

Hayır madem ölecektin neden doğurdun? Hadi sonsuza kadar yaşasana be kadın.

Hadi buyur gel ruhumun baş köşesinde yerin var. Ben hayata anlam katarak seni hissetmeye çalıştıkça sen orada bu anlamın ne kadar anlamsız olduğunu anlatırcasına sessiz sessiz yatacaksın ve ben de aynı sessizliğe karışmadan bu saçmalığa bir neden bulmaya çalışacağım.

Bu hayatın tek anlamı, anlam.

Gözlerini hafifçe kapatarak ve gülümseyerek kafamı salındıran her türküde, uzun burnunun ucunda bir siyah düğmesi olan kirpide, köpekte, bir kedide, bir çiçeğin kusursuz sevgi ile boyanmış renginde, her bir zerresi anlam kokan havanın partiküllerinde ve hatta toprağa karışan çürümüş et kokusunda bile, her şekilde seni içime aldım anneciğim.

Umarım bu anlamı yitirmeden devam ederim.

Artık dönüşüm zamanı. Artık evrim zamanı.

Her bir zerrenle bana bir şeyler ekledin.

Hadi ruhun buyursun gelsin, bende beden bulsun.

Doğum ile barıştım, için rahat ölebilirsin artık.

Amaan bu bilmiş bilmiş yazıyı annem okusa beni biraz mahalle karısı bulurdu.

Anam needeyim ben de ne bok yiyeceğimi şaşırdım.

Aha, annem harbi ruhuma girdi!

 

Ayça