Veteriner Erhan alnında biriken ter damlacıklarından birinin elindeki kan analiz raporuna düşmesiyle bir an sustu. Damla muhtemelen önemli bir rakamın üzerine düştüğünden eliyle sildi ve tane tane konuşmaya başladı: “Pırtık’ı üç gündür yoğun bakımda tuttuk ancak üre değerlerinde hiçbir düşüş sağlayamadık. Böbrekler kronikleşmiş. Maalesef yapacak bir şey yok. Fazla da ısrarcı olmamak lazım…”

“Nasıl yani?” diye atıldım ve üsteledim; “O’nu yaşamda tutma mücadelesinde mi ısrarcı olmayalım? Yaşam kutsal değil mi Doktor Bey?”

“Yaşamda tutma sizin açınız. Bu, Pırtık açısından acıyı noktalayıp huzura kavuşma olarak da görülebilir. Sevgi sadece seven değil, sevilenin çıkarlarını gözeterek bakmayı gerektirmez mi Toni Bey?”

Sustum. Haklıydı. Senelerce çocuğunu dizinden dibinden ayırmayıp uzak eğitim kuruluşlarına göndermeyen, geleceklerine engel olan bencil annelerin bunu sevgi diye gazlaması şimdi benim başıma gelmişti.

“Biz o zaman Pırtık’ı alalım, hiç değilse bu akşamı evinde geçirsin” dedim.

“Tabii buyrun alın” dedi Doktor Erhan.

Pırtık’ın üç gündür kaldığı yer, yani kliniğin acil bakım ünitesi, gün ışığı görmeyen bodrum katında, birbiri peşi sıra dizilen kafeslerden oluşuyordu. Tedavi öncesi Pırtık’ı oraya teslim ettiğimizde bazı köpekler Amerikan filmlerinde hapishanelerdeki mahkumların yeni gelen mahkuma sataşmalarını andıran tehditkar havlamalarda bulunmuşlardı. Pırtık’ın artık veda sürecine giren yaşamında ona sunabileceğimiz en iyi seçenek, bu izbe bodrumdan onu alıp son günlerini evinde çok sevdiği şöminenin başında geçirtmek idi. Bu alış eylemini biraz gazlayıp, kendimizi kurtarıcı rolüne sokup köpeğimiz için çok şey yaptık tatminini de sağlayabilirdik belki.

Pırtık’la klinikten çıkarken kimse bizden üç günlük yoğun bakım bedelini istemedi. Bu, bırakın pet merkezlerinde,  insanların yattığı hastanelerde bile rastlanılacak türden bir şey değildi: Hastayı ya da borçluyu imza ya da kredi kartı almadan salmak. Hele hele yaşamda dahi kredisi kalmayan ölümcül bir hastayı. Anlaşılan bu hayvan kliniğinde durum insan hastanelerinden çok daha “ insancıl” idi.

Sahi bu dünyadaki hayvanlar arasında kendi hemcinslerini katletmede uzak ara şampiyon olan insanın temiz, masum, barışçıl ve yardımsever duyguların toptan ifadesi için kendinden türettiği “İnsancıl” kelimesi, onun oportünist yapısı hakkında bir fikir verebilmek için biçilmiş kaftandır.

Neyse ağır felsefeye girip havayı dağıtmayayım, ben o an klinikten para vermeden ayrılabilme durumunu sistemin bir açığı gibi değil, Doktor Erhan’ın yaşam felsefesinin (suya düşen taşın çıkardığı hareler gibi) yayılarak çalışanlarını da içine alması olarak değerlendirdim.

Pırtık artık merdiven inecek durumda değildi. Üç gündür sadece serum yiyor ve su içiyordu. Onu kucağıma aldım. Kaşık pozisyonuna giriverdi hemen. Taşıdığım artık bir deri bir kemik kalmış, bir vücut bile değildi. Teker teker hissedilen iskeleti ile dev bir kolyenin taşlarını andıran tüylü bir bel kemiğiydi o. Eskiden uçarak atladığı arabanın arka koltuğuna onu dikkatlice koydum.  Ne Memo, ne Ayça, ne ben konuşuyorduk. Hepimiz söylenecek tek bir sözcüğün tepede dondurmaya çalıştığımız duyguların çağlaya çağlaya dökülmesine neden olacağını biliyorduk.

Pırtık’ı şömine başına koyup yukarıya yatmaya çıktık. Sabah uyanıp merdivenlerden inerken aklımda sadece onun nefes alıp almadığı vardı. Yaşıyordu. Uyuyordu. Göğsü hala inip kalkıyordu. Uyku onun için artık uyku değil, sanki yaşam ile ölüm arasında bir tüneldi. Aydınlık ya da karanlık taraftan çıkacağı belli olmayan bir tünel.

Birden Pırtık kafasını kaldırdı ve karnından gelen kasılmalarla sarsılmaya başladı. Bu can çekişme olsa gerek dedim. Kafasını kaldırınca halıda çenesini dayadığı yerdeki kahverengiye çalan koyu kırmızı kan lekesini gördüm.

Ev halkının uyandırılmasından sonra tekrar Urla’daki kliniğin yolunu tuttuk. Kan durumu tıbbi müdahele gerektiriyor olabilirdi. Durumu Erhan beyin yardımcısına anlattık o da artık yapılacak tek şeyin onu uyutmak olduğunu söyledi. Arabanın arkasında, oracıkta onu rahatsız etmesek orada yapsanız der demez Memo dehşetli gözlerle bana baktı.

“Olmaz” dedi yardımcı veteriner; “Önce sakinleştirici yapacağız, ardından kalbi durduran iğneyi yapınca hayvanın bir torba içinde olması gerek. Birçok hayvan o iğneden sonra ya kusuyor ya da altına kaçırıyor.”

Maaile Pırtık’ı almak için arabaya yollandık. Kapıyı açtığımızda o uyanıktı  ve hiçbir şeyi yokmuş gibi eski günlerdeki gibi masum masum bize bakıyordu.

Memo “Yapamayız Toni, Pırtık’ı böyle göz göre göre öldüremeyiz” dedi. Haklıydı Memokabuka. O an aklıma twitirda bana yazan Mehmet Ali geldi:  “Bizim kedimize de gidici dediler, bol bol sevgi verdik ve hala yaşıyor” diye özel mesaj göndermişti Mehmet Ali bana… Evet bir şansımız daha vardı. Mucize hakkımızı kullanmamıştık! Mucizeye bir fırsat tanımalıydık. Ne demişti Einstein, “İnsanlar yaşamı iki türlü yaşarlar. Bir kısmı hiç mucize yokmuş gibi, diğer bir kısmı ise her şey mucizeymiş gibi.” Benim için artık ikinci takıma transfer olma vakti çoktan gelip çatmıştı.

Kliniğe döndüm ve yardımcı veterinere “Hanım istemiyor uyutmayı, biz vaz geçtik dedim.” Neden çocuk değil de hanım mı dedim? Belki de kadın kaprisinin demiri çocuk kaprisinden daha rahat kesebildiği bir çoğrafyada yaşadığımıza inandığım için.

Pırtık evde artık sadece uyuyor ve bazen kafasını kaldırıp bilinçsizce kasılıyordu. Akşam geç vakit birden yattığı yerden kalktı. Altında bir sızıntı oluşmuş olduğunu gördük.

Ayça: “Toni bu hayvan iki gündür su içiyor ve hiç işemedi. Biraz dışarı çıkartalım mı” dedi.

“Ayakta duracak gücü yok ki nasıl işeyecek ama haklısın bir deneyelim” dedim.

Kucakladım ve evin bahçesine usulca bıraktım. Temiz havanın çarpmasıyla Pırtık kendine geldi ve yürümeye başladı. Döşeli taşları aşıp bahçe kenarındaki toprağa ulaşır ulaşmaz da işemeye başladı. Ancak her zamanki gibi ayaklarından birini kaldıracak gücü olmadığından arka ayaklarını ıslatarak uzun uzun işedi.

Ayça’nın gözleri doldu sesi çatallaştı: “Yavrum bu haliyle bile eve saygısından tutmuş çişini.”

Ardından Pırtık bahçe kapısına yöneldi ikimiz de şaşırmıştık. Nereye gidiyordu ki?

Sokağa çıktı ve yolun sonundaki tarlaya doğru yürümeye başladı. Şaşırmıştık birbirimize baktık. Yoksa beklediğimiz mucize mi gerçekleşiyordu! Karanlık ve boş sokakta ikimizde Pırtık’ın arkasından taş kestik. Pırtık hafif bir aksadı ve düşecek gibi sallandı, benden mucize beklemeyin der gibi. Ama tekrar toparlandı ve sağlığında dolaşmaya bayıldığı tarlasına ulaştı. Formda olduğu zamanlarda arkasında  olduğumu bildiği halde o tarlaya girer, beni sık sık kontrol ederek geriye bakar ve neşe içinde koştururdu. Pırtık’ı en mutlu gördüğüm yer hep Bafa’daki geziler olmuştu. Doğal ortamlarda o  önden koşturup giderek bizi takip ederdi. Hem özgürlüğün hem bağlılığın bir arada olabileceğini bilmem önden giderek takip etmekten daha güzel ne ifade edilebilir ki ? Bir keresinde biz iyice arkada kalmıştık. Pırtık en önü hiç bırakmadan ilerlemiş, uzunca bir gecikmenin ardından beni bulduğunda  bir çok kez yaklaşıp yaklaşıp kendini ters yönde geriye atarak sevincini göstermişti. Bu kavuşma halinin sürekli bir tekrar canlandırması gibi gelmişti bana.

Tarlaya ulaşınca da durmadı Pırtık, yürümeye devam etti. O an kim olduğunu hatırlayamadığım meçhul bir dostun köpekler ölürken sahibi görmesin, üzülmesin diye uzaklaşıp kaybolurlar lafı geldi aklıma. Pırtık tarladan geçenlerin ayak izlerinin düzleştirerek patika haline soktuğu yoldan ilerledikten bir müddet sonra sağa dönmüş ve beş metre kadar sonra durup yere oturmuştu. Ayça ile yanına gidip yüzüne baktık, “Beni burada, bu karanlık geceye terk edin” der gibiydi. Tabii ki bırakmadık. Yolun sonuna kadar beraber gidecektik. Biz Kızılderili değildik.

Kucakladım. Mucize olmamıştı. Tanrıya bir şey yapmadığı için bozulmadım. Mucizeler Tanrı’nın rekorları ama bir rekortmene bu defa neden rekor kırmadın diye kızamasın ki… Bu sahada, Pırtık’ın bedeninde rekor denemesi gerçekleşememiş olabilirdi, belki de rekor pisti deniz seviyesinden yükseklerde başka bir bedende saklı idi. Pırtık kucağımda, eve döndük. Pırtık’ın ıslak ayakları bile umurumda değildi. Hayvanın suçu değildi ki bu… Adını biz Pırtık koymuştuk. O yüzden hep biraz sallapati, hep biraz derbeder olmuştu. Belki adını “Titiz” koysaydık ona daha bakımlı bir kader hediye etmiş olabilirdik. Gece uykumda Pırtık’ın salonda yer değiştirirken çıkardığı sesler hayal meyal ulaşıyordu zihnime. Sabah kalktığımda manzara yine kanlı idi. Ürenin parçaladığı damarlardan gelen kan çıkabildiği her yerden sızıyordu artık. Aile konsensüsü için toplanıldı  ve Memo’nun da canı yürekten katılımı ile karar alındı: Pırtık’ın artık daha fazla acı çekmesine müsaade etmeyecektik.

Ayça’ya Pırtık için bir mezar kazmamız ve bunun yerinin dün akşam kendi seçtiği yer olmasını teklif ettim, hemen kabul etti. Kazma küreği bahçesi ile yakinen ilgilenen Hasan Bey’den alabilirdik. Hasan Bey’in hep topraktan bir yaşam çıkartmak için kullandığı aletler şimdi bir yaşamı örtmek için kullanılacaktı. Peki mezarı ne zaman kazacaktık? Pırtık’ı uğurladıktan sonra mı, önce mi? Ben önce olması gerektiğini düşünüyordum. Uğurlama sonrası buna gücümüz yetmeyebilirdi.

Toprak Pırtık’ı kucaklamaya hazırım der gibi yumuşacıktı. Kazma işini tamamlamaya yakın, yanımıza gelen bir komşumuz orasının uygun bir yer olmadığı tavsiyesinde bulunduğunda Ayça Şen’in cevabı takdire şayan oldu: Sigaranızın dumanı beni çok rahatsız etti.

Mezar hazırdı, şimdi infazı gerçekleştirecek bir cellat bulmalıydık. Günlerden pazardı ve tüm veteriner klinikleri kapalıydı. Aklıma Güzelbahçe köyünde oturup küçük bir dükkanı olan iri kıyım veteriner geldi. Dükkanına gidip camdaki cep telefonunu aradım. Uykulu bir ses ile önce neden onu uyandırdığımızı ve ardından köpeği neden uyutmamız  gerektiğini sordu, açıkladım. İşin bütçesinin ne kadar olacağını söyledi ve bir saat sonra dükkanında olmamızı istedi.

Memo’ya kazdığımız mezarı ve durumu açıkladık ve bizimle Pırtık’ı uğurlamaya gelip gelmeyeceğini sorduk. Memokabuka, acıyı cepheden karşılamaya hazırdı:

“Geleceğim ve ben de sizinle birlikte Pırtık’ı yolcu edeceğim” dedi.

Sıra Pırtık’ı arabaya ve arabadan mezara kadar taşıyacak büyük bir muşamba tedarik etmeye kalmıştı. Ayça hemen buluverdi. Pırtık’ı muşambanın ortasına koyduk. Küçük çocukların yaşamlarının başında sallandırıldıkları çarşaf oyununun benzerini Pırtık’çık yaşamın son oyunu olarak tattı. Arabaya koyduğumuzda bize masum masum bakıyordu. Pırtık arabayla yolculuğu hep çok sevmişti… Nereye gittiğine hiç önem vermeden.

Veterinerin küçük dükkanı Güzelbahçe meydanına bakıyordu ve o renksiz Pazar sabahı ortalıkta kimsecikler yoktu. Hava buz gibi soğuk ve çelik gibi keskindi. Veteriner çevreye uyumlu donuk yüzüyle geldi. Arabadan hiç çıkarmadık Pırtık’ı. Önce sakinleştiricileri yaptı. O esnada üçümüz sırayla Pırtık’ın yavaş yavaş düşen başını okşayarak onu uğurluyorduk. Sakin sakin teslim oluyordu Pırtık’çık. Cömert bir hayvandı Pırtık. Yemeğini suyunu dahi herkesle paylaşırdı, canını da teslim etmekte bir sorun çıkarmıyordu işte. Son can alıcı iğneyi yediğinde bir iki kez kasıldı, ilk defa tüm  dişlerini gördük. Kendini çirkin gösterip ondan soğumamı istiyordu sanki. Böylece acımın azalacağını, onu unutmamın kolaylaşacağını sanıyordu herhalde.

Gitti… Bir yaz akşamı koşarak hayatımıza giren Pırtık bir kış sabahı uçarak gitti Manitu’nun yeşil çayırlarına. Onun sorunu fazla hızlı olması idi. Sokaktan da yaşamdan da çabucak geçip gitti. Sevginin sorumlulukların en büyüğü olduğunu bana öğrettikten sonra…

Aldık götürdük ilk defa cenaze aracı olarak kullandığımız arabamızla. O koştuğu çayıra uzattık, örttük üzerini birbirimize sarıla sarıla. Bedenini örttük de… Pırtık’ın üzerini içimde örtebilecek zaman, henüz hiç bir evrende dönmeye başlamadı.