Çalıştığımdan mütevellit (iş günü rutinimde atom falan parçalamak olduğu için baya yoğunum) çok sık yazı yazmaya fırsat bulamıyorum. Ama geçen gün Ayça benimle  ‘kavun karpuz da yata yata büyüyor’ minvalinde bir konuşma yaptığı için, şu an ‘karpuz değilim ben’ gazına geldim ve bilgisayarımın ekranıyla bakışmaya başladım.

Dedim madem gaza geldin Ayten, azıcık ciddiyetini takın da önemli konulara parmak bas. Şimdi parmak bas falan deyince de kendimi müthiş mühim bir şahsiyet gibi hissettim ve kendi kendimi gazladım. Ahaha bu da baya iyi ya insanın kendi kendini gazlayabilmesi kadar büyük bir nimet yok. Mesela benim hayatımdaki en büyük motivasyon kaynağı bu. Malum tanrı parçacığı arıyoruz gün içinde ve motivasyon gerekiyor zaman zaman, boru değil.

Neyse…

Sonuç olarak Ayça bana ‘Boş boş dolanma, iki yazı yaz’ demişken, ben de neden ulusa seslenmiyorum ki diye sordum kendime. Sevgili Ayça Şen Başkan müritleri!! Biyografilere bir göz attıysanız size ‘havalı’ bir meslek seçimi yapıp gazetecilik okumanın akabinde nasıl havamın söndüğünden bir kuple bahsetmiştim.  Ayrıca orada başka şeylerden de bahsediyorum haberiniz olsun.

Efendim ben okuldan mezun olduktan sonra cillop gibi bir sektöre adım atacağımı zannederken, kâinatın bana dirsek göstermesiyle kendimi siyaset muhabirliğinin göbeğinde buldum ama konumuz bu değil. Konumuz benim okurken cillop gibi sandığım sektörün aslında tililop gibi olması ve benim mesleğimden nasıl uzaklaştığımla alakalı. Ayrıca şu an ‘Aman bütün sektörler böyle tililiop’ falan dediğinizi duyar gibiyim. Ama valla öyle değil sayın seyirciler, basın ve medya sektörü bambaşka bir âlem. Ayça da size anlatıyor ya cık cık cık…

Şöyle anlatmaya çalışayım. Öyle bir sektör düşünün ki; bu sektörde patrongiller önce bir sırtlan misali pusuya yatıp, karşılarına çıkan ilk kurbana çeşitli şirinlikler yaparak minik bir kedi yavrusuna dönüşüyorlar. Bu tam anlamıyla iş görüşmesine gittiğiniz güne tekâmül ediyor. Sonra kurbanlarını çok nazik hareketlerle avlayan bu minik sevimli kedi yavruları, yavaş yavaş yine minik ama sevimsiz çakallara dönüşüyorlar.

İşte bu süreç tamamlandığında bir bakıyorsun ki; 4 yıl boyunca sürüne sürüne okuduğun o üniversitede de öğrendiklerinin tamamına yakınının yalanmış.  Çünkü takdir edersiniz ki sevgili akademisyenler ‘Arkadaşlar idealist olmayın zira parayı veren düdüğü çalıyor ahaha’ şeklinde bir deyim yerindeyse ‘uyandırma’ yapmıyorlar siz mezun olma hayalleri kurarken. Yeri gelmişken buradan iletişim fakültesi öğretim üyelerine de sesleniyorum: ‘Gençleri salak yerine koymayın hocam, yazıktır’

Dolayısıyla sizin büyük umutlarla başladığınız iş hayatınızda idealleriniz bir yana, düdükleriniz bir yana ayrılıyor ve siz genelde düdüklerin olduğu tarafta hapsoluyorsunuz. Zaten şahane ülkemiz basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında 149. sırada. Gerçi şimdi bazı devlet büyüklerine sorsan Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda en önde bayrak salladığını falan savunuyorlar ama yerseniz tabi. Zira ben yemiyorum ve burada resmi verilerle konuşuyorum. Gerçi resmi verilere göre konuşmaya da gerek yok, aklıselim insanlar –özellikle muhalif düşünceli- medya emekçilerinin ne halde olduğunu görüyorlardır diye düşünüyorum.

Off aslında önemli bir şahsiyet olsam hazır ülkemizde süper özgürlük de varken 16 ulusal kanalın ortak yayınında yapardım bu seslenişi…

Neyse ki biraz da üzülerek de olsa kendimi bu sektörden kurtardım. Şu an yine dünyanın en gereksiz işlerinden birini icra ederek emekli olmak için gün bekliyorum, yaş bekliyorum. Bence dünyanın en önemli ve en güzel şeyi emekli olmak. Keşke hemen emekli olsam da kokot teyzelerle birlikte turlara falan gitsem.  Ya da belki sayısaldan falan para çıkar, o zaman kendi sigortamı kendim öder yine emekli olurum. Milyorder, trilyarder de olsan emekli olmanın forsu çok farklı çünkü.