Az sonra anlatacaklarım gerçekleştiği zaman, biz, şu anda dünyada olan yedi milyar insan, bir bekleme odasında yatmış, zifiri karanlıkta ve sağır sessizliğin içinde, hiçbir şeyin farkında olmadan yaşama zıplamak için sıramızın gelmesini bekliyorduk.
Milyonlarca yıl önceydi. Dünya ısınmaya yeni yeni yüz tutmuş, eriyen buzulların soğuk suları dağlardan daha yeni yeni, şırıl şırıl akmaya başlamıştı. Gencecik sular, buzların tutsaklığından kurtulup özgürce ve coşkuyla, güle oynaya ovalara doğru koşturuyordu. İnsanoğlu kuş cıvıltıları içindeki ceviz ağacının altında uyandı. Henüz kolları yoktu. Dört ayağı vardı. Onların üzerinde emeklemek ile koşmak arasında ilerleyebiliyor, homurtu benzeri sesler çıkartarak kendisini belli edebiliyordu. Karnı açtı.
Yiyecek bir şeyler bulmak için ilerlemeye henüz başlamıştı ki, ona çok benzeyen ancak ondan daha zayıf, kassız ve yüzünde hiç kıl olmayan birine rastladı. Yaklaştıkça onun göğsünde kendisinde olmayan ve neşe ile sallanan iki top olduğunu fark etti. Onları elledi, toplar sanki o oynayabilsin diye oraya konmuş gibi geldi ona. Onlarla oynadıkça içinin ısındığını ve benzerinin yüzünün kızardığını fark etti. Çok garip bir durum oluşmuştu. İçi ısınmıştı ama sadece üşüdüğü zaman girdiği mağarasına dönmek istemişti. Üstelik vücudunun en ileriye dönük organı artık burnu değildi. Benzerine mağarasını göstererek onu kendine doğru çekti. Ancak benzeri gelmek istemiyordu. Ama olsun, o benzerini öyle çok arzu ediyordu ki, benzerinin ona karşı çıkması, içindeki heyecanı söndürmek yerine daha da alevlendirmişti.
İşte o an, benzerinin saçlarının, kendisine itaat etmek istemediği zamanlarda tutup onu sürükleyebileceği kadar uzun olduğunu kavradı. Saçı uzun, bu zorlamadan ve saç diplerinden çekilmekten hiç hoşnut kalmamıştı. Ve o ana kadar yeryüzünde hiç kimsenin daha önce duymadığı, geçtiği her şeyi çizen tizlikte bir çığlık attı. Az ileride kendi halinde karnını doyuran otobur bir dinozor, bu keskin çığlığın nereden geldiğini anlamak için onlara doğru bir müddet baktı ve heyecanlı ikilinin, mağaraya düşmanlar gibi dövüşerek girdiklerini ama hemen ardından sessizce ve dost gibi çıktıklarını hayretle izledi. Artık ikisinin de yüzünde hiçbir hayvanda rastlanmayan bir ışıldama vardı.

Artık ikili, o mağarada birlikte takılıyorlardı.
Bir müddet geçti. Uzun saçlının önce karnı şişti, sonra içinden artık iki ayağı üzerinde durabilen, daha dengeli bir benzeri çıktı. Ve işte insan üremiş, Dünya denen mutlu küredeki canlılara bir yenisi daha eklenmişti. İlk anda heybetsiz bir fiziğe, keskin olmayan dişlere sahip ve soğuğa karşı koyacak postu olmayan bu cılız türün bir gün dünyanın canına okuyacağını söylesen, bütün hayvanlar buna şeyleri ile koro halinde gülerdi. Zamanla yaratıcının -en güzel bonusu olan- cinselliğe teşvikiyle çoğalan insanlar yeni yurtlar aramak için dört bir yana dağılmaya başladılar. Bu esnada insan, ağzından çıkan sıcak nefesi sese dönüştürerek konuşmaya başladı. Bir süre sonra sesin nefes gibi uçarak yok olup gitmesinden rahatsız olmuş ve bunu dondurup saklayabilmek için bir de yazıyı uydurmuştu. Etrafa saçılan insanlar arasında en şanslıları, adına sonradan Ege denecek bir diyara gidenlerdi. Dağ, ova, göl, nehir, deniz, burun, körfez, ada gibi yeryüzünün her şeklinin cömertçe bulunduğu, yumuşak iklimli, bol güneşli bu muhteşem yere insanoğlu hayran kalmıştı. Deniz ile karanın, ateşli bir sevişme heyecanında birbirine doyamıyormuşçasına sayısız yerde birbirinin içine girip çıktığı doğada, coşmadan duramayan insan yaşamının mutlaka bir anlamı olması gerektiğini sonunda Ege’de kavrayabilmişti.

İşte tam bu noktada felsefe doğdu. İnsanın fırlatılıp içine atıldığı bu yaşam nasıl bir yerdi? Kim atmıştı onu buralara? Nerelerden gelmişti ve nerelere gidecekti? Bir başı, bir sonu yok muydu bu işin ve o, şu an neresindeydi? İnsan düşünsel bir deprem yaşadı ve yüzlerce soru altında ezilip kaldı. Düşündü taşındı, önce mantığı buldu ama bütün bu muhteşemliği düz mantıkla çözemeyeceğini kısa sürede anladı. Ege’de keşfettiği felsefenin hiçbir bilimde olmayan bir özelliği vardı; o da felsefede sorulan soruların cevabı olması gerekmediğiydi. Sadece aramak yeterliydi; çünkü insan, duyularının ve zihin gücünün içine hapsolmuştu. Kendi imkânları ile sınırlıydı ve bu imkânlar evrenin sırlarını anlamaya yetmiyor olabilirdi. Ancak bu, insanın zihni, ruhu ve beş duyusundan oluşan hücresi içinde mutlu olamayacağı anlamına gelmiyordu. Mutluluğu araştırmaya ve soruşturmaya, yaşadığı müddetçe ve bıkıp usanmadan devam etmeliydi.

Zamanla, çok uzun yıllardan sonra, insanların çoğu bu tedirgin edici cevapsızlıktan ürktü. Kitleler halinde, sorularına net cevaplar veren ve adına “din” denen inanç sistemlerine yöneldiler. Cezalandırıcı da olabilen bir “Tanrı”nın boyunduruğu altında insanları düzene sokmak ve yönetmek çok daha kolay oluyordu. Ardından insanlar dinler uğruna birbirleriyle savaşmaya başladılar. Devir değişmişti, dünya somut savaşlarla kaynarken çok az sayıda insan soyut sorulara cevap aramaya, yani filozofluğa devam ediyordu.

Felsefenin az ilgi görmesi doğaldı çünkü din topluluklara, felsefe ise bireye hitap ediyordu.

Cüretkâr filozoflardan bazıları, Tanrı’nın insanı değil, insanın Tanrı’yı yarattığını söyledi. Hatta zaman içinde başkaları, Tanrı’nın insanın dışında değil, içinde olduğunu dahi ileri sürdü.

Kendilerini sarhoş edecek kadar çok yaşama sevincine sahip olan birtakım filozoflar, insanın sınırlılığını yok sayarak onu Tanrı’nın güçleriyle donatacak kadar işi ileriye götürdüler ve şiiri keşfettiler. Artık insan için şiir ile her şeyi yapmak mümkündü. Şiirlerde leylekler bir kanat darbesiyle bir kıtayı geçiyordu, âşıklar sevgililerini görebilmek için dağları deliyordu. Ağaçlar, dünyası yıkılan âşıkların acılarını hafifletebilmek için onlara eşlik ediyor ve yapraklarını döküyordu.

Buzulların erimesinden günümüze dek, milyarlarca insan evrenin nasıl bir yer olduğu ve kendilerinin kim olduğu sorularına bir cevap aramaya devam ettiler ve belki de gezegen yok oluncaya kadar cevap aramaya devam edecekler. Şimdi siz bana “Bu arayış ne işe yaradı? Elde ne var?” diyeceksiniz…
İnsan soyu, bu kadar zamanı mazisine gömdükten sonra, ot obur dinozorun şaşkın bakışları arasında, mağaradan gülümseyerek çıkan çiftten daha mutlu olmayı başarabildi mi? Bu soruya da herkes kendince bir cevap versin ya da hiç vermesin. Siz de artık biraz filozof olun ve her sorunun bir cevabı olduğunu zannetmeyin.

TONİ DROSA