O geceyi hiç unutmayacağım çünkü eve döndüğümde Michael Jackson ın öldüğünü öğrenmiştim. Sen bilmezsin, dev severdim ben onu. Ama o gece öyle mutluydum ki Michael ın çocukluğumun bir parçasını da alıp gidişini, dünyaya ait bu bilgiyi küçük bir kuş gibi kalbimin içinde bir kafese kapattım. Şimdi sesini ne zaman duysam o kuş çırpınıyor kafesin içinde. Kimse Michael Jackson için neden bu kadar göz yaşı döktüğümü anlamıyor.

Bir kez dansetmiştik. Dansettiğim falan yoktu aslında; gülen gözlerini tekrar tekrar görebilmek için hızla dönüyordum sadece. Masalara servis yapmam gerekiyordu. Sevimsiz patronum izliyordu uzaktan. Birlikte geldiğin insanlar garson kızla neden dansettiğini anlamaya çalışıyor, tanıdık biri miyim diye merak ediyorlardı. Kaç çift gözün üzerimizde olduğunu sayabilirim bugün gibi. Üzerindeki tshirtte ne yazdığını.. Ayakkabılarının rengini.. Ne içtiğini…

Bütün bu sıradan detayların kişisel bir tarih kitabını oluşturması ne büyüleyici değil mi? Önemsiz gibi görünürken, hayat denilen uzun savaşın ganimetleriyle avunduğumuz tarih sayfalarını doldurmaları..

Ben döne döne yükseldiğim yerde kaybolmamaya çalışırken sen bir şarkı süresi içinde bütün yaralarımı görmüştün. Yıllardır yanıbaşımda olup görmeyenler, görüp de aldırmayanlar varken…

Şarkı bittiğinde, gösteri için seyirciler arasından sahneye çağrılmış, sihirbaz numarasını yaptıktan sonra da heyecandan titreyen bacaklarıyla koltuğuna dönmüş küçük bir kız gibi döndüm işime. Birileri içki istiyor, birileri hesap bekliyordu. Nefret ediyordum orada çalışmaktan. Geç saatlerde eve dönüyor, her gece yollarda taciz ediliyordum. Yanımda arabalarıyla durduklarında, laf attıklarında çığlıklar atmak istiyordum ama halim olmuyordu. Ağlıyordum sessizce. Sana bunları hiç anlatmamıştım ama biliyordun sen bir şekilde. Anlamıştın.

Anlamasan yere düşürdüğüm kılıcı kaldırıp tekrar elime tutuşturan o sözleri söyleyemezdin.

O gece benim için bir şarkı yazmıştın. Beni korumak isteyişinle ilgiliydi. Kendimi korumayı beceremiyordum çünkü o zamanlar; dizlerim, avuç içlerim yaraydı hep düşmekten.

“Biri sana duymak istediklerimi yazılı olarak vermiş olmalı” diye şaşırmıştın söylediklerime. Cümlelerini tamamlayışıma..aynı anda aynı şeyi düşünmemize..

Aynı anda bunun aşk olmasından korkmuştuk. Verilmiş sözler, gidilecek yollar, gelmesi beklenenler vardı.

Gitmeden önce son kez görmemiz gerekiyordu birbirimizi. Bize ne oldu öğrenmemiz gerekiyordu. Haziranın son günleriydi. Yine de üşümüştüm. Çantandan tshirtünü çıkarıp vermiştin. O tshirte sadece dokunsaydım bile ısınırdım. Sana ait herşey sıcacıktı çünkü.

(Bir kumaş parçası.. bir yabancıya ait kumaş parçası..nasıl olur da insana kendini yuvasında hissettirebilir? Hayatın iyi niyetli gizemlerine binlerce teşekkür)

Bağlarını koparmamış ama epeydir de görüşmemiş iki eski dost gibi konuşmuştuk uzun uzun. Sanki mesele duygularımızın beklenmedik bir anda hayatımızın orta yerine düşmüş koca bir gök taşı misali herşeyi alt üst etmesi değil de sinemaymış edebiyatmış gibi sevdiğimiz filmlerden, kitaplardan bahsetmiştik. Ikimiz de korkmuştuk belli ki derinlere saplanan göktaşının yerinden oynayıp gün ışığına çıkmasından.

Ayrılma vakti geldiğinde…kimse bana öyle sarılmamıştı o güne kadar. Annem bile..(Annem bana hiç sarılmış mıydı?) Ne kadar öyle kalmıştık, kaç dakika, kaç saat? Dile getiremediğimiz her şeyi anlatacak kadar sanırım. Söylemek istediğimiz ne çok şey vardı. Hayallerimiz, çocukluğumuz, kırgınlıklarımız, umutlarımız…Başımı göğsüne yaslamış dururken hepsi buharlı bir trenin vagonlarını doldurup ruhuma doğru yol almıştı sanki.. Birimiz ayrılacak gibi olduğunda diğeri daha sıkı sarılıyordu. Söyleyeceklerimiz bitmediğinden belki..belki de korktuk yüzyüze gelmekten. Sıradandık çünkü..her sıradan insan gibi daha fazla dokunmak isteyecektik birbirimize. Oysa öyle masumdu ki herşey, bozmaya kıyamadık. Az rastlanır bir masumiyeti bozmayacak kadar güçlü olduğumuz için sıradanlığın bir kat derisi sıyrıldı o gece üzerimizden. Sırf bunun için bile benzersizdin sen.

Sonra Michael öldü. Sen başka bir ülkeye gittin. Ben istifa edip Istanbul u terkettim. Tanısaydın çok seveceğin biriyle yeni bir hayat kurdum. Çok sevdim çok mutlu oldum.

Ama kalbimin kafesinde çırpınıp duran kuşu hep hissettim. Iyi misin mutlu musun merak ettim.

Yıllar geçti.

Bir kış gecesiydi. Dışarda fırtınalar kopuyordu, uyuyamıyordum. Kalkıp bilgisayarı açtım. Rastgele sitelerde gezindim. Filmlere baktım. Eleştirileri okudum. Sayfanın köşesinde küçük bir resim vardı. Inanamadım. Sendin! Ne telefonuna ulaşabilmiş ne seni tanıyan birine rastlamıştım o güne kadar. Haberde geçen sendin. Iki yıl öncesinden bahsediyordu. Iki yıldır içimdeki kuşun neden çırpınıp durduğunu anlatıyordu..

Keşke o gece hiç kalkmasaydım. Yattığım yerde yağmurun sesini dinleyip uyumayı bekleseydim. Uykuyla uyanıklık arasında seni hatırlasaydım. Belki hayal ettiği filmlerden birini çekiyordur diye düşünüp mutlu olsaydım. Bana öğrettiğin gibi sevgilime bütün yüreğimle sarılıp uyuyakalsaydım.

Tanrının dünya üzerinde bunca kötü ruh varken, bana annemden büyük bir sevgiyle sarılabilen birini alacak kadar acımasız olmadığına inanarak devam edebilseydim hayatıma..

Şimdi biliyorum ki ölüm hakkında söylenen tüm avutucu sözler, kalanlar Tanrıya küsmesin diye söylenmiş. Zavallıca ama küsecek bir Tanrı fikri  iyi geliyor; rastgele, anlamsız bir ölümü yakıştıramıyorum çünkü sana…

Öğrendiğim geceden beri kalbimdeki kuş çırpınmıyor. Artık orada olduğunu bile sanmıyorum. Umarım kafesinden çıkıp sana ulaşmanın bir yolunu bulmuştur.

Umarım artık avuçlarında ısınıyordur ve asla..asla unutulmayacağını fısıldıyordur kulağına.

11209600_10153410108475809_6426182665824360575_n