Deniz kenarında kumdan kocaman bir kale yaparken yanıma gelen küçük oğlan çocuğu merakla :‘’Abi ne yapıyorsun?’’ dediğinde  13 yaşına yeni girmiş bendeniz ilk kez tanımadığım birisi tarafından ağabeylik mertebesine yükseltilmenin şaşkınlığıyla kalakalmıştım.

Onaltıma bastığımda ise: ‘’Keşke daha fazla büyümesem’’diyordum.O dönemde de dert lazım zaten.İlla dünyanın bütün yükünü üstlenme zorunluluğu hisseder,her konuya burnumu sokar,bunalımlardan bunalım beğenirdim.Dersler pek umurumda değildi zaten.

İnsanın cinsiyetini,adını,soyadını,dinini,ailesini,şehrini,ülkesini seçme hakkının olmaması; daha sen kendini keşfedemeden birilerinin seni okulda şekle sokmaya çalışması;bulunduğun ortamın baskın kültürüne ayak uydurma zorunluluğu beni boğuyordu.(Bunlara sonradan kimlik numarası da eklendi.George Lucas’ın ‘’THX 1138’’ karakteri gibi robotik şifrelerle işlem yapıyoruz artık.İsim,soy isim en azından daha insaniydi) Bu durumla hiçbir zaman barışık değildim ama kabullendim sonunda.

28’i gördüğümde üzüldüğüm konu kendimi yetişkin bir insan olarak görememekti.

Sanki yetişkin olmak çok büyük bir özellikmiş gibi..

Siz ne hissettiniz bilmem fakat 30’a adım attığımda üzerimde kaynar su dökülme etkisi yapmıştı.

Sanki uzayda yolculuk için derin uyku cihazına girmiş ve yıllar sonra uyanmış astronot gibiydim.Aradan 30 yıl  göz açıp kapayana kadar geçmişti ama ben hiçbir şey hatırlamıyordum.

Bugüne kadar ne yapmış,ne başarmış,ortaya ne koyabilmiş,hangi hedeflere varabilmiştim?

Amaç,hedef,başarı,zevk kıstaslarım çoğundan farklıydı.

Neredeyse bütün akranlarım toplumda kabul görme ve para kazanma hırsıyla hızla koşup gözden yitip giderken ben; yavaş adımlarla ilerlemiş,eğilip yerdeki çiçekleri ve böcekleri,ağır ağır düşen yaprakları incelemiş,elime aldığım dal parçasıyla toprağın üzerinde şekiller çizmiş,yürüdüğüm yerde aniden duraksayarak garipseyen bakışlar altında hareket halindeki bulutlara,kuş sürülerine,rüzgarda savrulup karşılıklı dans eden kelebeklere kendimi  kaptırmış onlarla birlikte sınırsız hayaller denizine dalıp gitmiştim.Bedenim burada zihnim ise bambaşka yerlerdeydi.

Test çözmek yerine sabahın ilk ışıklarına kadar müzikle harmanlanan doğaçlama çizimlerde dolaşıyordum.Gülerek şunu soruyordum sürekli :’’ Bu dünya’da ne işim var?’’

1993’ten beri yüzünü görmediğim sınıf arkadaşım sokakta uzaktan beni tanıyıp adımla seslenince anlam veremeden baktım ona..Kimdi bu adam? Hayal meyal anımsadım onu.Ne yapıyorsun,ne ediyorsun faslından sonra :

 -Bütün arkadaşlarım statü sahibi olmuş sen olamamışsın,dedi.Dakika bir gol bir..Bana ne kadar da uzak bir tip..Alay etmek veya geçmişten kalma bir hesabın acısını çıkartmak için değil bütün içtenliği,yontulmamışlığıyla böyle söylüyor.Samimiyet kurayım,kurmayayım hiçbir insana böyle bir söz söylemem.

-Ben iki yıllık okulu bitirdim,işte burada sürünüyoruz..

-Öyle düşünme,dedim.

Bayağı statü edinmiş eleman(!)

-Evlendin mi? diye sordu.

-Yok.

-Sen ne yapmışsın yaa..Ben evlendim iki çocuğum var.

-Allah bağışlasın

 İyi bok yemişsin !

-İstersen arabaya bin bırakalım seni.

-Sağol,ben giderim böyle..

 Ben kaçar böyle..Patavatsızlığında hafızan kadar kuvvetliymiş,senin gibilerle hiç işim olmaz dostum..

Tiyatro oyununu seyretmek için yerime oturdum.Önümdeki sıranın solunda Emel hanım var.Arkasını döndü etrafına bakınıyor.Elimi çeneme dayayıp boş gözlerle sağ tarafa bakmaya başladım.Umarım beni görmez..Eyvah ! ‘’Erhan’’dedi!

-Aa !! Emel hanım merhaba

-Merhaba Erhan,mühendismiydiniz,avukat mı?

-……Nasılsınız ?!

Yine aynı teraneleri sıralayacak..Şarkı söylediği TSM korosunun konserine davet edecek.Gerçekten çok nitelikli filmlerin gösterildiği fotoğraf ve resim meraklılarının derneğine neden gelmediğimi ısrarla soracak.

Mühendismiymişim,avukat mı? Ev mi yaptıracak,kocasından mı boşanacak?Derneği nasılda övüyordu bana.Doktorlar,savcılar geliyor filan diye.Sen bana gösterilen filmlerden haber ver kardeşim.

1950’lerden kalma siyah beyaz filmden şikayet edip : ‘’Renkli film yok mu ?’’diye sorduktan,alt yazılı film izlemekten hoşlanmadıktan sonra (en son Bruno Nuytten’in güzelim filmi ‘’Camılle Claudel’’i Türkçe seyretmeye kalktılar 10.dakika da kendimi dışarı attım.)Nobel ödüllü yazarları,Cern çalışanlarını toplasan ne yazar.Sinema tutkunlarının buluştuğu farklı dernekler de var,ama iki saatlik film için sosyalleşme zorunluluğu artık beni yoruyor.Bütün o tanışma fasılları,özel hayatın merakla didiklenmesi,ağzımı açmak istemediğim halde güleç bir maske takınıp konuşma mecburiyeti çekilir gibi değil..

En mühimi,  mesleklerini zırh olarak kullanan kişilerden hoşlanmamam.

Kadın kocasından bahsederken Selçuk yerine doktor,bir başkası ise Orhan yerine hoca diyor..

İzleyicilerin oyun hakkındaki görüşlerini yazdıkları bir defter var.Adam :’’Geç kaldığım için balkondan izlemek zorunda kaldım’’ yazmış.Altına da Prof.Dr. bilmem kim..Profluğundan bize ne? Yanına :’’Siz de geç kalmasaydınız beyefendi!’’diye ekleme yaptım.

Bir başkası övgü dolu cümlelerinin bitiminde,kendisini,atıyorum’’Yazar Tunç Dağcı’’  diye tanıtmış..Yazarmış arkadaş..Bir kendisi biliyor yazarlığını bir de tiyatronun güvenlikçileri.Ne yazmış bilen yok..

Adımın önüne ressam,yazar,şair gibi meslekleri eklemek hayatta  yapacağım en son şeydir.

İşini iyi yap,bırak o payeyi sana başkaları versin.Kişiliğinle,düşüncelerinle saygınlık kazan,gerisi boş.

Nihayetinde 35 yaşındayım.Bir kaç yıldır: ‘’Amca’’diyen çocuklarla,’’Beyefendi’’şeklinde hitap eden büyüklerle karşılaşıyorum.Ben? Beyefendi? Ne tuhaf,büyümüşüm demek o kadar.

Artık kendimi yetişkin olarak görüyorum. Ancak yeri geldiğinde,hiç umulmadık anlarda, bütün gevezeliğiyle;deliliği,sevinci,coşkusuyla ortaya çıkıp türlü palyaçoluklar yapan kırmızı burunlu çocuktan vazgeçmeye hiç niyetim yok.

Büyük adam olmak değil,çocuk ruhunu koruyabilmek meziyettir! Bu da benim hayat felsefem olsun!